Türkiye’mizi karıştırmak isteyen, Türk Milleti ile derdi olan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin değerlerine düşman olan bazı gruplarla bu gruplara yardakçılık yapıp nemalanmak isteyen birtakım akademisyen titri taşıyan ve hatta sanatçı etiketli, manken eskisi kişiler arada bir “Hilafet gelmeli, gelecek” deyip duruyorlar. Oysa bilmiyorlar ki Halifelik kandır, göz yaşıdır, kafa kesmek, boyun uçurmaktır. İlk Dört Halife’nin üçü öldürülmüş, Peygamber Efendimizin Hanımı ile Yeğeni savaşmış, torunları katledilmişlerdir. Günümüzün dağınıklığı içinde olan İslam aleminde Halifelik iddiasında bulunmak ise baştan aşağı bütün İslam beldelerini kan denizinde boğmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Satır satır, kelime kelime İslam Tarihi’ni asıl kaynağından okuduğum için bunu çok iyi biliyor ve iddia ediyorum. Onun için Temmuz 20220’de yayınladığım yazımı tekrar yayınlıyorum ki duymayanlar duysun, okumayanlar okusun, bilmeyenler bilsin.
O. Oktay.
Türkiye’mizde yıllardan beri “Mehdilik”, olmadı “Halifelik”, o da olmayınca “Velilik” rüyası görenlerin önü arkası bir türlü kesilmedi ve öyle anlaşılıyor ki kesilmeyecek de. Şimdi Ayasofya’nın ana binası yeniden ibadete açılınca rüya görmeye doymayanlara katmerli malzeme çıktı. İktidara yön veren Albayrak Grubu meğer bir de “Gerçek Hayat” isimli dergi çıkarıyormuş. Bu derginin 27 Temmuz 2020 tarihli nüshasının kapağında sorulan sorularla verilen emre bakar mısınız?
“Şimdi değilse ne zaman? Sen değilsen kim? HİLAFET İÇİN TOPARLANIN!..”
Adı “Gerçek Hayat” olmasına rağmen hayal basıp satan Derginin Genel Yayın Yönetmeni de bunu, “Müslümanların birlikteliğini savunmak” diye yorumluyor. İyi, güzel de “Kadere bak; kimler kimlerle beraber!” Aslında Cumhurbaşkanı’nın Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu için söylediği bu söz tam da İslam ülkelerinin durumuna uygun. Öyle değil mi? “Hadi” dediğimiz zaman yanımızda “toparlanacak” kaç İslam ülkesi var? Bizimkilerin yanıp tutuştukları, her türlü imkânı seferber ettikleri Filistin devletinin başındaki zat bile Doğu Türkistanlı Müslüman Türk kardeşlerimize soykırım uygulayan Çin’i “haklı” bulmadı mı? Suudi Arabistan Müslümanların baş belası İsrail politikalarını desteklemiyor mu? Yine Suudlar, çevresinde açlığa mahkûm olan Yemenliler başta olmak üzere Afrika’daki masum insanlara yardım edecek yerde paralarını ABD’ye akıtıp Türk Milleti’nin başına bela olan terör örgütüne yardım etmedi mi, etmiyor mu? Durup dururken Mısır’la düşman olmadık mı? Suriye ve Irak’ta başımız belada değil mi? İyi, güzel, hoş… Halifeliği ilan ettik diyelim; bütün dertler bitip her şey yoluna girecek mi? Ekonomimiz uçacak, işsizlik ortadan kalkacak, aç ve açıkta kimse kalmayacak, döviz düşecek, hayat ucuzlayacak, ilimde, fende, teknolojide çağlar üzerinden sıçrayıp ileri milletlerin en ön safına mı geçeceğiz? Eğitimde “Yap-boz” devri sona mı erecek? Siyasilerimiz kin ve nefret dilini bırakıp ele güne taş çıkartırcasına uysal koyunlara mı dönecekler? Adalet, hak, hukuk tartışma götürmeyecek şekilde yerleşecek, yolsuzluklar, hırsızlıklar bitecek, lüks ve israf önlenecek, insanlarımız cahil din bezirgânlarının peşine takılmayı bırakarak “Ancak Allah’a kul olup ancak O’ndan yardım dilemenin” sırrına mı erecekler? Sahi, Halifelik gelince ne olacak?
Sonra, Ayasofya’nın ibadete açılmasının Hilafet aşkını depreştirmesi de herhalde tarih bilmemekten ya da birtakım art niyetlerden kaynaklanıyor. Çünkü bir de demişler ki malum dergide, “Ayasofya ve Türkiye artık hür!” Bak hele bak!.. Halifelik sanki Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ile gelmiş ve müze olunca hem Ayasofya hem de Türkiye esaret altına girmişmiş! Bu cehalet ehlinin asıl görmezden geldikleri ise Ayasofya, İstanbul ve baştanbaşa Türkiye’nin Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde başlatılıp kazanılan İstiklal Savaşı sonunda hür olabildiğidir.
Hem, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği sıralarda Hilafet ve Halifelik diye bir düşüncesi yoktu. O, gözünü daha çok Avrupa’ya dikmişti. Halifelik ise 1517 yılında, Fatih’in torunu Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır seferi sırasında Mekke Şerifi Ebu Berekat’ın oğlu Ebu Numey tarafından Mekke ve Medine’nin anahtarlarının kendisine teslim edilmesinden sonra resmiyet kazandı. Yani o büyük fetihten sonra Osmanlı Türk devleti İslam ülkelerinin tek hâkimi haline gelince o devletin Padişahına da Halife unvanı verilmişti.
Şimdi böyle bir durum yok. “İslam ülkesi” diye bilinen devletler fırsat bulsalar birbirlerini yok edecekler. Zaten giderek adı var kendisi yok hale gelen ve önemini de yitirdikçe yitiren Halifeliğin Müslümanları bir ülkü, bir inanç birliği altında tutamadığı çoktan anlaşılmıştı. Araplar kendilerine her türlü imkânı sağlayan, almadan veren ve adeta bekçilik yaparak hem kutsal toprakları hem de oralarda yaşayan halkı koruyup kollayan Osmanlı’nın zayıfladığını görünce güçlü gördüklerinin yanında yer almakta bir sakınca görmeyip bundan da utanmadılar. Bir başka deyişle “Halifeliğin” elde bulunması İslam Birliği’ni sağlamaya yetmedi ve Osmanlı şan ve şereflerle aldığı o unvanı kendi elleriyle tarihin tozlu sayfalarına gömdü. Arap ülkelerinin efendileri artık Amerika’dır, Rusya’dır, İngiltere’dir, Fransa’dır, Çin’dir ve hatta İsrail’dir! Kendi kendimize “Halifelik” ilan edersek yel değirmenlerine karşı savaşmaya kalkan Donkişot’un durumuna düşeriz.
“Hilafet için toparlanın” demek kulağa hoş gelebilir ve dinden habersiz “dindarlık” taslayan cahiller ordusu sonunun hüsranla biteceği açık ve net olarak ortada olan bir maceraya gözü kapalı atılabilirler. Oysa günümüzde İslam ülkeleri arasında birlik ve beraberlik kesinlikle yok. Üstüne üstlük bunlar arasında Türkiye’nin doğru dürüst dostu da yok. Ne yazık ki Mekke ve Medine’ye hükmeden Suudların tutumundan dolayı Hacca gitmek dahi güvenli değil. İktidarın iyi ilişkiler içinde olduğu Katar bile Türkiye’nin liderliğinde ilan edilecek olan “Halifelik” şemsiyesi altına girmez, giremez. Çünkü efendileri müsaade etmez.
Eğri oturup doğru konuşacak ve kestirmeden sadede gelecek olursak “Hulefa-i Raşidin” olarak ifade edilen dört halifeden sonra zaten Halifelik diye bir mefhumun adı vardır ama siyasi bir güç olmanın ötesinde bir özelliği yoktur. Babadan oğula geçen ya da daha doğru bir ifade ile kapanın elinde kalan Halifelik olmaz, olamaz. İslam tarihi ile ilgili kaynaklar, Muaviye ile başlayan “Emevi Halifeleri” döneminde okunan hutbelerde Hazreti Ali’ye küfürler edildiğini yazıyor. İşte, 1100’lü yılların başlarında Selçuklu coğrafyasında yaşayan ve on iki ciltlik İslam Tarihi’ni yazan İbnü’l Esir’in yazdıkları:
“Ümeyyeoğulları (Emeviler) hutbede Ali b. Ebi Talib’e sövüyorlardı. Ömer b. Abdülaziz bunu kaldırdı ve valilere haber göndererek bundan böyle o âdeti terk etmelerini emretti.” (İbnü’l Esir, İSLAM TARİHİ, El Kamil Fi’ttarih, Cilt 4, syf. 293- Hikmet Neşriyat, 2008)
Peygamber Efendimizin oğlu gibi yanında yetişen ve kızı Fatıma ile evlenen Hazreti Ali’ye küfredip çocuklarını şehit ederek pek çok Müslümanın kanına girenlere şahsen “Halife” diyemem ve Peygamberimizi temsilen o makamda bulunduklarını kabul etmem, edemem. Dolayısıyla “Halifelik” daha yüzyıllar öncesinden öyle büyültülecek bir makam olmaktan çıkmıştır, çıkarılmıştır. Nitekim büyük İslam âlimlerinden Süfyan-ı Sevri şöyle der:
“Halifeler beştir: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ömer b. Abdülaziz. Bunların dışındakiler kıyıda köşede kalan kişilerdir.” (Aynı eser, syf. 313)
Süfyan-ı Sevri, başta Muaviye ve oğlu Yezid olmak üzere Emevi Halifesi olarak adı geçenlerin işledikleri cürümleri bildiği için yeniden öze dönüş yolunda çalışmalar yapan Ömer bin Abdülaziz’i de beşinci Halife olarak kabul etmiş, diğerlerinin esamisini bile okumamıştır. Günümüzde Halifelik olacaksa elbette Türkiye’nin hakkıdır ama Süfyan-ı Sevri’nin ifadesi ile “Kıyıda köşede” kalmaya mahkûmdur. Üstelik İslam Birliği’ni sağlamaktan çok ayrılıkları körükleyecek, içeride siyasi tartışmalar iyice alevlenirken “İslam ülkesi” olarak bilinen diğer devletler Türkiye’yi doğrudan düşman olarak ilan edeceklerdir. “Dış güçler” de zaten o anı gözlemektedirler. Kısacası atılan taş kurbağayı bile ürkütmeyecek ama olan İslamiyet’e olacak, en büyük zararı dinimiz görecektir. Çünkü kaş yapalım derken göz çıkarılacağı aşikârdır. Halifelik peşinde koşanlar olup biteceklerin vebalini çekip çekemeyeceklerini de düşünmek zorundadırlar.
Teferruata gerek yok, İslam ülkelerinin durumu ortadadır. Kaldı ki “Halifelik” Allah’ın emri değildir çünkü Kur’an-ı Kerim’de böyle bir hüküm yoktur. Peygamberimizin de böyle bir Hadis-i Şerifi yok, bir tavsiyesi olmamış. O’nun vefatından sonra bocalayan Müslümanlar işlerin yürüyüp düzenin bozulmaması için başlarına bir yönetici seçmiş, ona da “Halife” demişlerdir. Şimdi ilan edilerek alınacak olan “Halifelik” unvanının Peygamberimizi temsil etmeyeceği ise gün gibi ortadadır. Yukarıda işaret edildiği üzere ilk dört halifeden sonra o makam kapanın elinde kalmış, gelenlerin uygulamaları ile Peygamberimizin kemikleri sızlatılıp ruhu incitilmiştir.
Ezcümle, “Halifelik” rüyası görenlerin daldıkları bu derin uykudan bir an önce uyanarak gerçeklerle yüzleşmeleri şarttır. Türkiye hayal ticareti ile kalkınamaz ve milletimiz hayal âlemine dalarak refaha ulaşamaz. Yapmamız gereken, güçlü bir Parlamenter Sistem’i kurarak elbirliği ile üretime geçmenin yollarını aramaktır vesselam.