İslam, akletmeyi, düşünmeyi emreder. Bilenle bilmeyenin bir olmayacağını söyler. Alimin mürekkebini şehidin kanı ile ölçer. Düşünmeyi yüceltir.
Sorulduğu zaman bu gerçeği herkes bilir. Akıl olmadan dinin olmayacağı ifade edilir.İslam'ın akla ne kadar önem verdiği anlatılır, ama iş uygulamaya gelince İslam toplumlarının en az düşünen, en az üreten toplumlar olduğunu görülür.
Bu düşünce çoraklığının birçok sebebi var, en başta -düşünmenin- sadece bazı grupların ait olduğunun düşünülmesi, dini ve milli meselelerde bir nevi düşünce tekelinin oluşturulmasıdır. Kur'an veya sünnetten hükümler çıkarmak için elbette çok ciddi bir Kur'an bilgisine ve onu hayatın çeşitli veçhelerine cevap verecek tarzda yorumlamak için -hayatla ilgili- diğer bilgi ve ilimlere ihtiyaç vardır. Ama bu her konuda geçerli olan, diğer Müslümanlara düşünme, tefekkür etme alanı bırakmayan bir durum değildir. İslam'ın düşünme emri geneldir, uzmanlık isteyen alanlar ise elbette uzmanı olanların işidir.
Gerekli bilgi kıvamına ulaşmış alimlerin dinin ana kaynaklarına başvurarak dini hükümler çıkarmaları onların görevidir. Lakin Kur'an ve sünnetin boşluk bıraktığı her alanın mutlaka din bilginleri tarafından doldurulması gerektiği düşüncesi de yanlıştır. O zaman diğer alanlarda eğitim ve öğretime ne gerek vardır?
Bu biraz da Kur'an da her şeyin yazılı olduğu, herhangi bir boşluk bırakılmadığı, açık olmayan ayetlerinden ancak müçtehitlerin hüküm çıkarabileceği inancından kaynaklanır. Kur'an'da her şeyin var olduğuna inanmak, diğer alanlarda uzmanlaşmayı ve yararlanmayı öldüren nedenlerden biridir. Din, hayatın değişmeyen, her çağda geçerli olan yanları ile ilgili temel hükümler getirmiştir. Tevhit inancı, ahiret, doğru ve yanlış olanın tefriki gibi. Mesela haksız yere öldürmek, hırsızlık, rüşvet, yalan, iftira ve zina gibi fiiller her zamanın ve her toplumsal dönemin kötüleridir.Sosyal değişmeler bu fiillerle ilgili düşünce ve tasavvurları değiştirmez. İşte din daha çok hayatın bu değişmeyen yüzüne açık hükümler getirmiş, değişen ve toplumların kültürü ve zamanın şartları ile ilgili hususları ise toplumların kendi tercihlerine bırakmıştır. Problem de buradan çıkmaktadır.
Her şeyin Kur'an ve sünnet de bulunamayacağı, Peygamber efendimiz ile Yemen'e hakim olarak gönderilen Muaz B.Cebel arasında geçen şu konuşma, açıkça ortaya koymaktadır.
Hz.Peygamber Muaz'a, bir mesele ile karşılaştığında ne ile hüküm vereceğini sormuş, Muaz: "Allah'ın Kur'anı ile" diye cevap vermiştir. "Orada bulamazsan?" "Allah'ın elçisinin sünneti ile," "orada da bulamazsan" diye sorunca "Kendi içtihat ve araştırmama göre hüküm veririm" demiştir.Hz.Peygamber Muaz b.Cebel'in bu cevabını, "Peygamberin elçisini onun razı olacağı şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun," diyerek tasdik etmiştir. Muaz b.Cebel'in kendi içtihadım dediği şey kendi aklı,bilgisi ve hayat tecrübeleridir. Üstelik görevinin yargılama olduğu ve yargılamanın alelade sosyal olaylardan daha fazla dini hükümlere bağlı olduğu unutulmamalıdır. Bazı din alimleri Muaz b.Cebel'in -kendi içtihat ve araştırmalarımla - sözünden hareketle bu alanın sadece müçtehitlere ait olduğunu ifade etmişlerdir. Dini alanda hüküm çıkarmak müçtehitlerin işidir, ancak sosyal alanın her safhasını müçtehitlerin alanı olarak yorumlamak din dışındaki bütün bilgi ve ilim alanlarını yok saymaktır. Bu hadisten çıkarılması gereken en önemli sonuç, hayata dair her sorunun Kur'an ve sünnetten çıkarılamayacağı, bazı şeylerin bu iki ana kaynakta bulunamayacağı gerçeğidir. Enam süresi 38. ayette geçen, "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" ayeti de Kur'an değil, Levhi mahfuz olarak yorumlanmıştır.(Kur'an Yolu c.2) Nitekim bugün karşılaştığımız bir çok sorun, cevabı Kur'an veya sünnette olan sorunlar değil, cevabı her milletin kendi tarihi tecrübesinde ve kültüründe yatan sorunlardır. Mesela İslam, bir yönetim biçimi önermemiştir. Yönetenlerin nasıl seçileceğine, hangi şartlarda görevlerini bırakacaklarına dair hükümler yoktur. Yoktur, çünkü Kur'an bir siyaset kitabı değildir. Bunu tamamen toplumların kendi alışkanlıklarına, sosyal ve kültürel yapılarına bırakmıştır.Bunu tespit için bir taraftan içtihat kapısı kapandı deyip bir taraftan müçtehit beklemek, müçtehit gelinceye kadar sorunları ve hayatı dondurmak demektir. Böyle bir din anlayışı dine de, insana da kötülüktür. Toplumsal sorunlar beklemez. Kaldı ki her sorun din adamının ihtisas alanı içinde değildir. Dinin esas misyonu yüce yaratıcıyı tanıtmak, ahlaklı bir toplum oluşturmak ve bununla ilgili temel esasları vermektir.Bu yönüyle Kur'an hiçbir eksik bırakmamıştır. Hayatın değişen yüzü ise tamamen insanların kendi tercihlerine/tecrübelerine bırakılmıştır. Ne var ki, dinin bizi bize bıraktığı bu alanlarda bile bir din adamı despotizmi/hegemonyası oluşturulmuş, neredeyse nasıl tebessüm edeceğimiz bile din adamlarının belirlediği bir alan haline gelmiştir.
Dinin söz söylemediği alanlarda onun yerine söz söyleme hakkını kendinde bulanların, yasakçı, insana düşünme imkanı vermeyen, inisiyatif tanımayan, hayatı daraltıcı tavırları, insanla din sandığı bu görüşleri karşı karşıya getirmiş, neticede dinle bağlarının gevşemesine neden olmuştur. Kur'an'da her şey yazılıdır görüşü, hayatın her alanını din alimlerinin hükmü altına sokar. Diğer alan diye bir şey bırakmaz. Böyle olunca da akletme işi sadece din alimlerinin işi haline gelir.İslam dünyasında dini bilgi dışındaki alanlarda geri kalmanın nedenlerinden biri budur, dinin gerçek misyonunu anlamamak, Kur'an'ın insana,zamana, kültürlere ve toplumsal şartlara bıraktığı alanları,onlara bırakmamak, insanı din ve hayatın gerçekleri karşısında tercih yapmaya zorlamak... Sorunlarımızın cevabını Kur'an ve sünnette aramak bir gereklilik, ama her şeyi orada bulamayacağımızı bilip,yüce Yaratıcının bazı şeyleri bize bıraktığını anlamak da bir gerçekliktir.