Din-felsefe ve siyaset ilişkisi birçok çalışmada irdelenmiştir. Bu ilişki, daha çok akıl- vahiy ilişkisi ve aklın sınırları kapsamında ele alındı. Vahye, aklı zincirleyen pranga muamelesi yapıldı. Pranganın din mi, yoksa onu algılama biçimimiz mi olduğu pek sorgulanmadı. Aklı özgürleştiren felsefeye Tanrı'ya isyan etiketi yapıştırıldı. Özgür akıl, tanrısız akıl ilan edildi. Oysa felsefe, inkardan imana giden yollardan biri olabilirdi. Vahyin ışığını aklın ışığı ile daha da parlatabilirdi.
Bu konuda kaleme alınan eserlerden biri Zerrin Kurtoğlu'nun "İslam Düşüncesinin Siyasal Ufku" isimli çalışması. Kurtoğlu, içinde yaşadığı toplumun zenginlik ve zaaflarını kavramak amacıyla yola çıktığını, genel olarak dinin, özel olarak İslam'ın siyasetle ilişkisi nedir/ne olmalıdır sorusuna cevap aradığını belirtiyor. (s.13)
Çalışmada, önce din- felsefe karşıtlığının yahut böyle bir algı oluşturulmasının nedenleri sorgulanıyor. Yazar bunu biraz da felsefenin tarih içinde yaşadığı serüvene bağlayarak; "Gerçekliğin doğal ve rasyonel açıklamasını talep eden felsefenin antik çağda kazandığı otonomiyi Hıristiyanlıkla birlikte, Tanrı'nın mutlak hakimiyetini, kendi mutlak hakimiyeti olarak tesis eden, kendi öğretisi dışındaki her farklı düşünce ve yorumu mahkûm eden Kilise karşısında yitirdiğini (s.21)" belirterek cevaplıyor. Bu gibi durumlarda, "bir -hakikat araştırması- olan felsefe; hakikat bizzat hakikatin kendisi, yani Tanrı tarafından- ifşa edildiği için, soru sormak ya da cevap vermek yerine, zaten verilmiş olan cevapların, akıl tarafından kabul edilebilir, daha doğrusu teyit edilebilir bir formda tekrar edilmesinden ibaret olacaktır. (s.23)
Felsefe ile Hıristiyanlığın ilk karşılaşmasında, felsefe ancak Kilisenin çizdiği sınırlar içinde -dinin hizmetçisi- olmak karşılığında varlığını sürdürebilmiştir. (s.22) Bu nedenle, Hıristiyan Ortaçağında filozofun durumu tanrının hakikatleri karşısından eğilmek zorunda kalan müminin durumu gibidir. (s.24)" Ancak Hıristiyanlığın felsefeye yabancı olmaması, Yunan felsefesinin son çiçeklenişi olarak tanımlanan yeni-Platoncu dinsel-felsefi sistemin tek tanrıcı bir dinin kendisinden besleneceği malzemeyi ihtiva etmesi ve çok geçmeden savunduğu inançlara rasyonel bir temel kazandırma amacı, kendisini Yunan felsefesinin mirasçısı olarak sunmasına neden olmuştur. (s.24-25)
İslam dünyasında ise durum çok farklıdır, çünkü din olarak felsefeye tamamen yabancı bir kültürde neşv-ü nema bulmuş, felsefe ile çok geç bir tarihte tanışmıştır. Yazara göre, "felsefenin İslam'daki temsilcileri, felsefeyi onun Hıristiyan dünyasındaki sekiz yüzyıllık macerasından habersiz, dinin dahi kendisine itaat etmesi gereken tek meşru otorite olarak sunmaya kalkışınca...daha peygamber hayattayken devlet kurarak örgütlenmiş olan din, yapması gerekeni yaparak felsefeyi gayri meşru ilan etmiştir. (s.25-26)"
Felsefeye vahiy üstü bir rol biçilerek onun Tanrı'yı bile denetleyen bir mevkie çıkarılması din-felsefe geriliminin en önemli nedeni olacaktır. Din-felsefe ilişkisinin İslam'daki bu farklı tezahürünü, kutsal öğretinin yorumlama biçimine bağlayan Kurtoğlu, Leo Strauss'tan şu aktarımı yapar: "felsefenin kabul görmemesinin sebebi vahyin Müslümanlar için, inançtan çok yasa karakteri taşımasıdır. Hıristiyanlıkla İslam (ve Yahudilik) arasındaki ilk ve en önemli fark işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Hıristiyanlar için kutsal öğreti vahyedilmiş teolojidir. Yahudi ve Müslümanlar için ise kutsal öğreti en azından öncelikle, ilahi yasanın (Talmud veya Fıkhın) hukuki yorumudur. (s.27)"
Biri teoloji, diğeri hukuk olan bu iki farklı yorumda felsefenin statüsü de farklı olacaktır. "İslam uleması tarafından İlahi Yasa olarak algılanan İslam vahyi, insanların hem özel, hem de kamusal yaşam alanlarını düzenleyen, kendisinden bağımsız olarak gerçekleşecek herhangi bir etkinlik alanına imkan tanımayan bir sosyal düzen olacak (s.27) tabiatıyla felsefeye de bu alanı kapatacaktır. Din eşittir hukuk anlayışının sonucu, H.A.R.Gibb'in ifadesiyle," Hukuk, Müslümanlar için, gerçekte bağımsız veya ampirik bir çalışma alanı değildir. O Muhammed (A.S) tarafından vaz edilen dinsel, sosyal öğretinin pratik görünüşüdür. (s.28) İslam'ın öncelikle hukuk olması münasebetiyle, teoloji İslam dünyasının temel bilimi olamamış, böylece felsefenin gireceği alan da daralmıştır. Gazali'nin bile, dinsel hukuku(fıkhı) öte dünyaya değil, bu dünyaya ait bir bilim olarak görmesine rağmen, yine de fıkıh dinsel bilimler sınıfına dahil edilmiştir. Bunun sonucu, kaçınılmaz olarak -dinsel bir dünya bilimi- olan fıkıh, hem iyi bir teba, hem iyi bir mümin olmanın normlarının oluşturucusu olmuş, bir taraftan devlet-toplum ilişkisini belirlerken, diğer taraftan bir müminin uyacağı ilkeleri belirleyen, böylece hem devlete ihanetin, hem dinden sapmanın tek karar mercii olmuştur. Onun için İslam'da iyi bir Müslüman'ın nasıl olması gerektiği sorusu, paradoksal olarak yasayı çağrıştırmakta, dolayısıyla fakihin konusunu teşkil etmektedir. (s.30-31) Buna karşılık Hıristiyanlık, "önce temel bir doğma bütününe bağlılığı talep eden, ancak inananlarına, sosyal, siyasal yaşamlarını dinsel olmayan norm ya da ilkelere göre düzenleme özgürlüğü bırakan bir inanç veya kutsal öğreti olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla felsefe Hıristiyanlıkta resmi olarak kabul görmüş, kutsal öğretinin bir parçası haline gelmiştir. (s.32)" İslam dünyasında -dinin hiç bir alanda boşluk bırakmadığı inancı, felsefeye - böyle bir kabul imkanı tanımamıştır.
Yazar bu açıklamalardan sonra İslam dünyasında din -siyaset ilişkisine değinerek, Gazali'nin," din ile sultan ikiz kardeştir. Din asıldır, sultan onun bekçisidir. (s.29)" şeklindeki sözüne dikkat çeker. Bu aslında, Müslüman zihinlerde din/siyaset ilişkisinin Gazali'nin ağzından yankılanmasıdır. Daha Gazali'den çok önce, Emevi ve Abbasi halifelerinin kendilerini -halifetullah- veya kader kalemini elinde tutan -Allah tarafından- görevlendirildiklerini ifade etmeleri, aynı din- siyaset kardeşliğinin bir başka dışavurumudur. Son yıllarda -halifesiz- kalmayı, neredeyse dinin bir rüknünden kopma olarak değerlendiren görüşlerin zihinsel arka planında da aynı algı yatmaktadır.
Gelner, Hıristiyanlıkta din ile siyaset arasındaki mesafeyi daha başlangıcında Hıristiyanlığın, Sezar'ın hakkını Sezar'a veren, siyasal iktidarla arasına mesafe koyan tavrına bağlar. Zira "siyasal iktidar olmaksızın başlayan ve bir süre öyle kalan Hıristiyanlığın kendi kontrolünde olmayan siyasal düzene uymaktan başka çaresi yoktu. (s.34). Fakat İslam'ın yayılış serüveni Hıristiyanlıktan farklıydı." İslam'ın başlangıçtaki başarısı o kadar süratli olmuştu ki kısa zamanda devletleşmiş, Sezar'a bir şey verme ihtiyacı duymamış, (s.35) netice olarak, din ile siyaset iç içe geçmişti. Bu iç içe geçiş yüzünden filozoflar da İslam devletini dinsel ve siyasal birlik olarak anlamışlar, bu da fakihler tarafından ifade edilen siyasal düşünceye karşı Filozofların yorumlarını sınırlamıştır.(s.39) Çünkü İslami yasa(fıkıh) yönetimin dinsel vaadi değil, bir İslam devletinin meşruluk kriteridir(s.66) Din-siyaset arasında oluşan veya oluşturulan bu girift ilişki, Mısırlı düşünür M.Said al-Ashmawy'a şu sözleri söyletecektir: "Allah İslam'ın bir din olmasını istemişti; ama insanlar onu bir siyaset yapmaya kalkıştılar.(s.70)
Gazali'nin Müslümanların siyasal tasavvurlarına damga vuran ve bugün etkisini sürdüren başka sözleri de var: "Allah, insanoğlundan iki grubu seçip yarattıkları üzerine üstün kıldı: Peygamberler ve devlet başkanları." " Başkan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir. Nasıl ki gölge insanı yakıcı güneşten koruyorsa, Devlet Başkanı da halkını tehlikelerden koruduğu için Allah'ın gölgesi olarak nitelenmiştir. (s.228)" Zalim bir yöneticiye bile itaat edilmesi gerektiğini söyleyen Gazali, aslında siyaseti dinin üzerine çıkarmakta, toplumsal kargaşayı önleyecek herhangi bir iktidarı, dinsel ilkenin önüne yerleştirmektedir. Kurtoğlu'na göre, dini siyasal düzenin hizmetine koşan Gazali, aslında böyle yaparak hem dinin hem de dünyanın kaybedildiğinin farkındadır, onun için de İhya-ı Ulum-u Din adlı klasikleşmiş eserinde şunu söylemektedir: "Dinimizi parçalıyoruz. Onun parçaları ile dünyamıza yama yapmaya çalışıyoruz. Dünyamızı yamadık, fakat elimizden gitti. Dinimizi parçaladık o da elimizden gitti.(s.233).
Kitapta din -siyaset ve felsefe ilişkisi ile ilgili önemli birçok tespit var. Günümüz İslamcılığına da ışık tutan çalışma, Gazali'den, Rüşd'e, Farabi'den İbni Haldun'a kadar birçok İslam düşünürünün din ve siyaset tasavvurlarını mercek altına almış. Yazılanlardan çok daha fazlası kitapta.
Müslümanların zihinsel evrenine hâkim olan siyasal ilkeleri anlamak isteyenler için, ihmal edilmemesi gereken bir değerli bir çalışma.