Bir felaket, bir afat, bir kaza, bir yangın, bir patlama, bir göçük olmaya görsün; başta din görevlileri ve sorumluluk mevkiinde olan siyasiler hemen kaderin arkasına sığınıp sorumluluğu Allah’a yükleyerek işin içinden sıyrılıverdiklerini sanıyorlar.
Evet, bizler kaza ve kadere inanırız. Biz Müslümanlar gibi KADERE İNANMAK Hristiyanlar da Yahudiler de kadere inanırlar. Ancak onlarla aramızda önemli bir fark var. Onlar kadere inanırlar ama kaderci değillerdir. Biz ise kadere inanır gibi görünürüz ama aslında kaderciyizdir. Çünkü imanın şartlarından biri olarak “Kaza ve kaderin Allah’tan geldiğine inanmak” maddesini koymuşuzdur ama buna inanıp iman ettikten sonra gereğini yapmak yerine kolaycılığa kaçıp “Kaderci” olmuşuzdur. Peki, Kadere inanmakla Kaderci olmak, “mütevekkil” olmakla “müteekkil” olmak arasındaki fark nedir?
Detaya girmeye gerek yok. Kadere inanmakta azim, gayret, çalışma, samimiyet, ihlas, ahlak, namus, dürüstlük gibi erdemler, kadercilikte ise saldım çayıra Mevla kayıra; iyi olursa benden, kötü olursa -haşa- Allah’tan anlayışı vardır. Kısacası kadercilikte tam bir sallapatilik ve inançsızlık, hatta Allah’a isyan söz konusudur.
Tevekkül edip, mütevekkil olma yani işi Allah’a bırakma konusu da hep yanlış anlatılmış, yanlış anlaşılmıştır. Hazreti Ömer bir gün amaçsızca durup vakit öldüren bir topluluğa rastlayınca “Siz kimlersiniz” diye sorar. “Biz mütevekkilleriz” cevabını alınca öfkelenerek, “Hayır! Siz mütevekkil değil, müteekkillersiniz/Hazır yiyicilersiniz” der.
Kader ve tevekkül konularındaki bu yanlış ve sakat anlayışların oluşup kök salmasında en büyük vebal ise başta İslamiyet’i doğru dürüst anlatamayan din görevlileri, tarikat ve cemaat efendileri ile elbette insanları aldatıp her işin kolayına kaçmakta oldukça maharetli olan siyasi erk sahiplerinin payı büyüktür. Üçüncü ve en büyük suçlu ise böylesine hassas konularda bile okuyarak, araştırarak, sorup soruşturarak öğrenmek yerine aracıların, güç sahiplerinin yönlendirmesi ile hareket eden bizleriz.
“Allah’tan gelene karşı gelinmez!” Amenna ve saddakna/İnandık ve tasdik ettik, doğruladık. Onda şek ve şüphe yok. Ancak Allah’tan gelen niye, nasıl ve niçin geliyor? Haşa ve haşa Allah “En güzel şekilde yarattığı” insanlara zulmetmekten, yavruları öksüz ve yetim bırakmaktan, aileleri perişan edip parçalamaktan, ana karnındaki çocukları bile boşluğa bırakmaktan hoşlanıyor mu? Böyle bir şey olabilir mi? Düşünülebilir mi? “Alın yazısı” olarak da ifade edilen kaderi inkâr etmek insanı küfre götürür ancak her kaderin bir de çizgisi, o kadere götüren bir yol yok mudur?
İşte Kur’an-ı Kerim, işte Ayet-i Kerime: “Başınıza gelen herhangi bir musibet/felaket, afat kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir!” (Şura Suresi, Ayet 30)
Ayet çok açık ve “Kader” diye ifade ettiğimiz o yolun taşlarını kendimiz döşüyoruz. Son felaket kömür ocağında olduğun ve üç – beş, bilemediniz beş – on yılda bir benzer felaketleri yaşadığımıza göre düşünüp ibret almamız gerekmez mi? Kömür ocakları yalnızca Türkiyemizde mi var? Almanya, Avusturya, Fransa, Çin, Maçin her ne ise onların kömürleri yeraltından çıkarılmıyor mu?
Almanya dünyanın en büyük kömür üreticisi olarak dikkat çekiyor. Nitekim, Almanya’ya işçi göçümüzün başlaması ile birlikte (30 Ekim 1961) giden işçilerimizin önemli bir bölümü maden ocaklarında çalıştılar. Almanya ve Fransa’da maden ocaklarında çalışıp emekli olan çok sayıda dostum, arkadaşım var. Zaten bilgim vardı ama yine de telefon ederek oradaki maden kazaları ve Türk işçilerden ölen olup olmadığını öğrenmek istedim. Bir madenci dostum, “Burada çok sıkı tedbirler alındığı, ucuza mal etmek için masraftan kaçınılmadığı için kolay kolay maden kazası olmaz ki ne anlatayım” dedi. Sonra, “20 – 25 yıl önce bir patlama olmuş ve biri Türk üç ya da altı işçi ölmüştü. Onlar da tam patlamanın olduğu yerde oldukları için öldüler. Çünkü kaçış noktaları düzenli, havalandırma mükemmeldir. Zaten düzenli olarak ölçümler yapıldığı için gaz kaçağı varsa kesinlikle madene inişlere izin verilmez, sık sık da eğitimler verilir” dedi. Almanya’da 40 yıl boyunca hiç maden kazası olmadığı için bir işçi bile ölmüyor, sonra 20 – 25 yıl önce meydana gelen patlamada biri Türk üç ya da altı kişi, ölüyor. Oysa 1941 yılından günümüze kadar Türkiye’de maden kazalarında ölenlerin sayısı 3000 binin; evet evet ÜÇ BİNİN ÜZERİNDE!
Ey Diyanet, ey hocalar, ey tarikat – cemaat efendileri ve dahi ey siyasi erk sahipleri! Bunu kaderle, kader planı ile, alın yazısı ile izah etmek halk söyleyişi ile ifade edecek olursak Allah’ın gücüne gitmez mi? Kaza ve kader hep Müslümanlara, Türklere uğruyor da bizden kat be kat kömür çıkardıkları halde Almanlara, Fransızlara niye uğramıyor? 1941 yılından buyana bizde üç binden fazla insanımız kömür ocaklarında telef edilirken dünyanın en büyük kömür rezervlerine sahip olan Almanya’da bu sayı iki elin parmakları sayısını bile bulmuyor. Hadi cevap verin bakalım: Neden, neden, neden? Bunu kaderle, kader planı ile izah etmek mümkün mü?
Almanya’da yıllarca maden ocaklarında çalışıp emekli olan ve şimdi orada, verdiği hizmetlerin karşılığı olarak devletin tahsis ettiği arsalardaki evlerinde rahat, huzurlu bir hayat süren madencilerimizden birinin ifadelerini yukarıya almıştım. Orada işler oluruna bırakılmıyor. Yandaş, candaş müteahhit ya da taşeronlara havale edilmiyor. Bizdeki gibi müteekkiller/hazır yiyiciler yok. Tedbirsizlik, işi ucuza kapatmak, modern teknolojileri uygulamamak, devlet kontrolünü, ikazları göz ardı etmek yok. Kısacası insan hayatı hiçe sayılmıyor. Almanlar da kadere inanıyorlar ama kesinlikle kaderci değiller. Mehmet Akif Ersoy’un Almanya’da bulunup döndükten sonra ifade etiği gibi “Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi!” Yani yukarıya mealini aldığımız Şura Suresi 30. Ayetin gereğini biz değil onlar yerine getirdikleri için “Başlarına gelebilecek felaketlerin kendi elleri ile yaptıklarından” olacağının şuurundalar. Dolayısıyla önce tedbir alıp sonra tevekkül ettikleri için başlarına sık sık böyle felaketler gelmiyor, gelirse de çok ucuz atlatıyorlar.
Hazır Mehmet Akif Ersoy’dan söz etmişken konumuzu bütünleyen ve özellikle din bezirganları ile siyasilere ders niteliğindeki mısralarına yer vermemek olmaz değil mi?
“Kadermiş ! “ öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru ;
Belanı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu.
“Çalış ! dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya !..”
İşte böyle… Önce tedbir, sonra tevekkül olmaz ve her musibet, her felaket kaderle izah edilmeye çalışılırsa Mehmet Akif’in deyimi ile güzel dinimiz “maskaraya çevrilir”, insanlar dinden uzaklaşır. Ondan sonra da “Çarpıyoruz, topluyoruz cemaat sayısı bir bir buçuk milyonu geçmiyor” diye yakınırsınız. Kaza ve kader üzerine konuşulurken, beyanat verilirken ve hatta hutbe hazırlanıp vaaz verilirken de dikkatli olunmalı, tabir yerinde ise kıl kırk yarılmalıdır.
Son sözümüz yine ilk sözümüz olsun: Kader ve kadercilik başka, mütevekkil ve müteekkil olmak başkadır vesselam.