Evlerde buzdolabının bulunmadığı 60 lı 70 li yıllar... Türkiye'nin hemen her yerinde olduğu gibi o zamanlar nüfusu 4.000 civarında olan Şile’nin, Fener Mahallesinde de bahçesinde kuyu olan her ev 3-5 komşuya buzdolabı hizmeti veriyor. Yemekler, karpuzlar, sular hem korumak, hem de soğutmak maksadıyla iplerle kuyuya sarkıtılıyor.

Düşünsenize öylesine büyük bir komşuluk, kardeşlik ortamı yaşanıyor ki herkesin kendi ipi var. Kuyuya sarkıtılan ipler olur da görünmez kazalar olmaz mı ? Ekseriyetle ipi kopan karpuzlar , uçlarına sepet takılı iplerle sudan çıkarılıyor, kopup düşen kovalar bir başka komşudan temin edilen kancalarla alınıyor.

Var olan paylaşılıyor, olmayana gönül kırmadan yardım ediliyor, bütün mahalle tek ev, tek aile gibi bir arada. Herkes birbirinin derdiyle kederleniyor, neşesiyle neşeleniyor. Birinin müşkülü oldu mu da, sünnet, nişan, düğün gibi tatlı heyecanlar yaklaşırken de başlıyor koca gönüllü insanlar komşuları için çalışmaya.

Kadınlar kıt imkanlardan değme moda evlerine, değme restaurantlara taş çıkaracak eserler meydana getiriyorlar. Gelinin kıyafeti, çeyizi, ötesi berisi titizlikle hazırlanıyor. Dökülen lokmalar, yapılan zerdeler, pilavlar tadından yenmiyor.

Mahallenin afilli delikanlıları süslüyorlar arabaları, fiyakalı konvoylar yapıyorlar. Sıkıyorsa karşı mahalleden biri kardeş bildikleri komşu kızlarına baksın. Karadağ demişler o mahalleye, hey gidi hey…

Bugünün endüstriyel toplumunda, insana ne kadar hoş, ne kadar insancıl gelen hikayeler bunlar...

Dinlerken bile duygulanıyor insan.

Hep eskiye olan özlemden bahsediliyor ya :

Ramazanlardan, bayramlardan, mahalle hayatından.

O zaman elde avuçta olmayan, suyu çeşmeden taşıyan, elektriği gece yarısından sonra kesilen, radyodan başka onları dünyaya bağlayan araçları olmayan insanların küçük dünyalarındaki mutluluğundan…

Ve bugünün cepte para, altta araba, evde 80 kanal televizyon, elde dünyayı ayağına getiren akıllı telefon olan insanların, oturdukları apartmandan bile bir cenaze çıksa umarsızlığından, “BEN” i her şeyden öne koyan kibirlerinden, şehir hayatının onlara yüklediği depresiflikten…

Ramazanlar yine Ramazan, bayramlar yine bayram ama biz SAMİMİYET’i kaybettiğimiz için onlara özlem duyuyoruz. BİZ olamadığımız için, hal hatır sormadığımız için, düğün ve cenazeler haricinde en yakınlarımızla bile görüşmediğimiz için anıyoruz eskiyi.

Bir komşu anne eli öptürmeden çocuklarımızı büyüttüğümüz için, doğup büyüdüğümüz mahallenin camiinde çocukluk arkadaşlarımızla bir bayram namazı kılmadığımız için, büyüklerimizin kabristanlarını ziyaret edip ruhlarına bir Fatiha okumadığımız için.

Evet şehir hayatı güzel, konforlu ve her imkan da elimizin altında.

Peki biz eskiden bizi biz yapan değerlere sarılarak da yaşayamaz mıyız bu şehrin debdebesinde ?

İnsan isterse her şeyi başarır. Yeter ki içten olsun.

Unutmayın yarın keşke dememek için bugünü layığıyla yaşamak gerekir.

RAMAZAN-I ŞERİFİNİZ MÜBAREK OLSUN…