Geçtiğimiz günlerde İzmir’in şirin bir ilçesinin köylerinden birine giderken ilginç bir diyaloğa şahit oldum. Köyün minibüsü, her saat başında kalkıyor. Ben de 15 dakika öncesinden yer kalmaz endişesi ile araca bindim.

Gittiğim köyde yaşayan kadınlarda minibüsün içinde seyahat etmek üzere hazır olup ve herkesin rahatlıkla duyabileceği bir şekilde yüksek sesle konuşuyorlardı.

İçlerinden bir kadın: “Molla’ya sorsaydınız” deyince, konuşulanları daha dikkatli takip etmeye başladım.

Kadınlar minibüs hareket edinceye kadar her konuda “Molla”ya danışılması ve öyle hareket edilmesi konusunda konuşup durdular.

Şaşkındım! Çünkü Ege Bölgesi ve İzmir havalisinde dini ve dünyevi konularda danışılabilecek insanın, ünvanının “Molla” olduğunu ilk defa duyuyordum.

Daha önce imam, müezzin, vaiz, müftü, hoca efendi, şeyh, diyanet gibi sözcükleri bu bölgede duymuştum ama “Molla” kelimesi ile ilk defa karşılaşıyordum.

Üzüldüm! Türk Milletine “Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, şıhlar, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz, en doğru hakikat ve en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğu ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.” diyen Atatürk’ün ülkesinde, dünyevi ve uhrevi konularda akıl danışılacak adam ismi bile meçhul bir “Molla” olmuştu. Vah ki ne vah!

Burada kendimi de monşer olarak kabul ettiğimi belirtmek isterim. Ancak benim monşerliğim bilinenin aksine halkla buluşmak için kendi kabuğunu kırmaya çalışan ve gerçekleri kabullenen bir monşerlik...

Fırsat buldukça belediye otobüsü, minibüs, tren, metro, tramvay, metrobüs, Marmaray gibi ulaşım araçlarını bütün gittiğim şehirlerde kullanmaya, çarşı pazar gezmeye, psikolojik ve sosyolojik gözlemler yapmaya çalışıyorum.

Bu kez de öyle oldu! Burada bahsettiğim köylü kadınlara illa da “Molla” dedirten maalesef devlettir. Devlet acziyet içindedir ve uzun yıllardır görevini yerine getirmekten uzaktır. Ortaya “Molla” diye tutturan insan tipinin çıkmasında; eğitim ve diyanet işleri başta olmak üzere birçok hususu eline yüzüne bulaştıran devlet suçludur. 

İkinci suçlu ise fanusun içine tıkanıp kalmış ya da halk arasından fanusun içine atlayıp bir daha geldiği yere geri dönüp bakmamış olan monşer tipli Türk aydınıdır.

Ahmet Cevdet Paşa, ilim adamı yetiştiren medreselerin, cehalet ve taassup ocaklarına dönüşmesini Osmanlı – Türk Devleti’nin çöküşünün başlıca nedeni olarak göstermiştir.

Günümüzde üniversitelerin ve ilahiyat fakültelerinin aynı duruma düştüğünü üzülerek izliyorum. Buralardan adam (!) çıkmayınca halkın önüne de böylece “Molla”lar çıkmış oluyor...

Kanaatimce Türk Milletinin topla tüfekle yıkılması mümkün değildir. Ancak 21. yüzyılda bu kadar akıl ve düşünce geriliğinde olmakta çok korkutucudur. Aynı zamanda bu bize, toplumsal psikolojimizin gerileme dönemine girdiğini de göstermektedir.

Bu Atatürk’ün “Geri cephede sessizlik” diye işaret ettiği durumun ortaya çıkışına sebebiyet vermektedir.

Akıl ve düşüncesi “Molla”lar tarafından ele geçirilmiş ya da kontrol altına alınmış bir milletin istikbali hakkında doğru kararlar vermesi de beklenemez. Onca hadise karşısındaki suskunluk bundan dolayıdır.

Bu sebeple Türk Aydını “Monşerlik Fanusu”nu kıramadığı sürece “Molla” hep kazanacaktır. Kabahati başka yerde aramadan, kendimize öz eleştiri için bir ayna tutmayı başarabilsek, ne iyi olacak!

"Diyanet, tarikat, şeyhler, ezan, başörtüsü, imam hatip falan diye bu konuyla ilgili tartışmalar sürerken bendeniz tam 10 yıl önce bunları yazmışım! Hatırlatayım dedim... "

19 Eylül 2014