Müslümanlık skalasında Türkiye her geçen gün biraz daha geriye gidiyor. İslamcı bir iktidarda İslam'dan uzaklaşmanın üzerinde dikkatle durulması gerekiyor. Normalde tam tersinin olması gerekirdi. Çünkü toplumlar yönetenlerin söylemlerinden, davranışlarından etkilenirler. Daha doğru bir ifadeyle yöneten-yönetilen ilişkisi bir vücuttaki baş ve ayak ilişkisi gibidir. Ayak başa göre hareket eder, ondan bağımsız hareket edemez.
Öyleyse bu çürüme, bu savrulma niye?
Bu sorunun cevabı, iktidarla toplum arasındaki münasebetin ahlaki boyutunu verir. Bir yerde ahlaki bir çürüme, dini söylemlerin yoğunluğuna rağmen dinden uzaklaşma varsa orada aslında dini değerlere uzak, İslam'ın ahlaki boyutuna ilgisiz bir yönetim var demektir. Tabii ki böyle bir tespit içinde bulunduğumuz durumu tek başına izaha yetmez. Çünkü geçmişte de dinle kavgalı yönetimler iş başına geldi ama bu toplumdaki dindarlaşma eğilimini etkilemedi. Onların tutumları toplumda ahlaki bir çürüme yerine tam tersine dindarlaşma eğrisinin yükselmesine neden oldu.
Mesela son otuz yılda dini değerlere sarılma ve dayanışmanın en yüksek düzeye çıktığı dönem herhalde 28 Şubattı. Ordu içindeki bir kliğin din karşıtı tutumu toplumda dini değerlere sahip çıkma ve onu yaşama şuuru olarak yansımasını buldu. O tepki siyasete de yansıyarak 2002'de İslamcı bir yönetimin iş başına gelmesi sonucunu doğurdu. AKP'yi var eden 28 Şubat'ın İslam karşı tutumuna karşılık onu koruyacak ve yaşatacak bir yönetime duyulan ihtiyaçtı. Bu aynı zamanda adalet, özgürlük, topluma ve onun değerlerine saygı arayışının bir ifadesiydi.
Ancak yönetime İslamcı bir kadronun gelmesi toplumun İslamlaşması yahut ahlaki değerlerin yayılması ve yerleşmesi sonucunu doğurmadı. Çünkü din adına siyaset yaptığını söyleyenler, din karşıtlığı üzerinden siyaset yapanlardan daha ahlaklı, daha özgürlükçü, daha adil bir siyaset izlemediler. Toplumun önüne koydukları siyaset örneği hiç bir ahlaki kayıt taşımayan bir siyaset biçimiydi. İslamcılık adı altında onun yasakladığı her davranışı işlediler. Toplumu yaptıkları yanlışların doğruluğuna, hatta dine uygunluğuna inandırdılar. Adil olmayı düşmana zemin ve imkan sunmak olarak ifade edip adaletsizliği bir mücadele biçimi olarak meşrulaştırdılar. Lüksü, israfı bir itibar biçimi olarak takdim ettiler.Yalanı savaşın bir gereği ve vazgeçilmez silahı olarak sundular.Siyasi rekabeti bir savaş olarak gördükleri için düşmana karşı ahlaklı olmayı bir zaaf olarak değerlendirdiler. Zenginleşmeyi güçlü olmanın bir gereği olarak nitelendirip para kazanmada hiç bir hukuki ve ahlaki ölçü tanımadılar. En kötüsü bütün bu yanlışlara dinin cevaz verdiğine toplumu inandırmaları oldu. Hırsızlığın, yalanın, iftiranın, adaletsizliğin mücadelenin bir gereği olarak meşrulaştırıldığı bir yede din ahlaki boyutunu kaybederek içi boşaltılmış, usaresi alınmış bir kabuktan ibaret kaldı.
Bu siyaset biçimiyle Müslümanlık sıralamasında yukarılara tırmanma ihtimali yoktur. Siyasetin savaş, farklı düşünenlerin düşman kabul edildiği bir yerde ahlak nefretin gerisine düşerek toplumsal hayattan çekilmeye başlar. İşte her gün biraz daha dibe çökmemizin nedeni budur. Bu siyaset tarzıyla ne ahlaklı bir toplum ne de bütünleşmiş bir millet inşa edilir.