Türkiye’nin son yıllardaki siyasi atmosferine baktığımızda, rejimin ciddi bir tıkanıklık içinde olduğu su götürmez bir gerçek. Uzun zamandır adalet, bürokrasi ve genel yönetim mekanizmalarında yaşanan sorunlar, halkın bu yapılara olan inancını da ciddi biçimde zayıflatmış durumda. İşin özü, sistem artık eski yollarla yürümüyor, ama yeni bir yol bulmakta da zorlanıyor.

Türkiye’deki siyasi rejimin bu hale gelmesinin başlıca nedenlerinden biri, uzun zamandır tek bir merkezden yürütülen karar alma süreçlerinin toplumsal çeşitliliği yansıtamaması. İnsanlar farklı seslerin duyulmadığını, kararların belirli bir zümrenin elinde toplandığını düşünüyor. Bu durum, demokratik katılımı ve halkın sisteme güvenini baltalıyor.

Bunun yanında, parti siyasetinin kutuplaştırıcı dili, toplumu daha da ayrıştırmış durumda. Hangi tarafta olduğunuzdan çok, hangi tarafa karşı olduğunuz belirginleşiyor. Bu da rejimin temel dinamiği olan “birlikte yönetme” fikrini sekteye uğratıyor. Yani kısacası, işler iyice ‘biz ve onlar’ çizgisine çekilmiş durumda.

Halk, ekonomik dengesizliklerle boğuşuyor. Yüksek enflasyon, özellikle dar gelirli kesimi vuruyor. Alım gücü düşerken, yaşam maliyetleri her geçen gün artıyor. Buna paralel olarak, sosyal ekonomik uçurum daha da derinleşiyor. Zengin ile fakir arasındaki fark, sadece rakamlarla değil, hayat kalitesiyle de gözle görülür hale gelmiş durumda.

Bu durumun en çarpıcı örneği, eğitim, sağlık ve konut gibi temel hizmetlerin ulaşılabilirliğinde yaşanan sıkıntılarda ortaya çıkıyor. Yüksek gelirli kesimler, kaliteli hizmetlere ulaşırken, dar gelirli insanlar giderek artan bir biçimde yalnızlaşıyor. Bu da toplumsal huzursuzluğu körüklüyor.

Sosyal yozlaşma, toplumun moral ve etik değerlerini zayıflatıyor. Bireylerin birbirine karşı duyduğu saygı giderek azalıyor. Hoşgörünün tükenişi, saygısızlık ve kaba üslup, her alanda kendini gösteriyor. Siyasi arenada, halk arasında ise “çirkin uslub” bir tür norm haline gelmiş durumda. Her geçen gün artan bu dil, ne yazık ki toplumda kutuplaşmayı derinleştiriyor. İnsanlar birbirlerine daha az hoşgörülü ve daha fazla öfkeli.

Bu kaba üslup sadece sokakta değil, devletin en üst kademelerinde de kendini gösteriyor. Bakanlar, milletvekilleri ve hatta Cumhurbaşkanı, kamuoyuyla yaptıkları konuşmalarda birer örnek haline gelmişken, toplumun diline de yansıyor. Artık tartışmalar daha sert, daha küstah ve daha hakaret içeren bir hâl alıyor. Oysa sağlıklı bir toplumsal yapı için, insanlar birbirini dinleyebilmelidir. Ama bu dinlememe hali, bir tür karşındaki insana saygı göstermeme haline dönüşüyor.

Bütün bu faktörlerin birleşimi, barışa olan uzaklığımızı her geçen gün daha da artırıyor. Toplum, huzurlu bir geleceğe dair umudunu kaybediyor. Politikaların sadece kısa vadeli hedeflere yönelik olması, toplumda uzun vadeli bir huzur ortamı yaratmaya engel oluyor. İnsanlar, günlük hayatta karşılaştıkları zorluklarla mücadele ederken, devletin kendilerini savunmadığını, onların yanlarında durmadığını hissediyor. Bu da barıştan uzaklaşmanın en belirgin işareti.

Türkiye, geçmişteki birlik ve beraberlik duygusunun zayıflamasıyla, giderek daha kutuplaşmış ve parçalanmış bir toplum yapısına bürünüyor. Bu, hem iç huzur hem de uluslararası ilişkiler açısından büyük bir tehdit oluşturuyor. Toplumun çoğu, geleceğe dair endişeli ve karamsar bir bakış açısına sahip. Geçmişteki barışçı söylemler, giderek daha fazla şiddet ve kutuplaşma ile yer değişiyor.

Bu tıkanıklığı aşmak için Türkiye’nin önce adalet mekanizmasını ayağa kaldırması gerekiyor. Hukukun üstünlüğünü sağlamadan, kimseye güven aşılamak mümkün değil. Bağımsız ve tarafsız yargı, hem siyasilerin hem de vatandaşların nefes alacağı bir ortam yaratabilir.                ancak Tek çare, erken seçimdir. Halkın sesini duymak, demokrasiye yeniden can vermek için bu adım atılmalıdır. Ancak, bu adım sadece seçimle sınırlı kalmamalı, ülkenin tüm yönetim sistemini yeniden yapılandıracak bir başlangıç olmalıdır.

Bununla beraber, şeffaflık ve hesap verebilirlik, rejimin yeniden işler hale gelmesinde kilit rol oynayacak. İnsanlar neyin, nasıl ve neden yapıldığını bilmek istiyor. Devletin yalnızca karar alması değil, bu kararların gerekçelerini halkla paylaşması şart. Demokrasi dediğimiz şey, sonuçtan çok sürecin şeffaflığıyla ilgilidir.

Sosyal adaletin sağlanması, bu kutuplaşmanın önüne geçebilmek için elzem. Gelir dağılımındaki eşitsizliklerin giderilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin herkes için ulaşılabilir olması, güven duygusunun yeniden inşa edilmesine yardımcı olacaktır.

Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu bu tıkanıklık, bir anlamda toplumun ortak bir “yeniden başlama” isteğini ifade ediyor. İnsanlar artık eskisi gibi yönetilmek istemiyor; daha adil, daha şeffaf ve daha kapsayıcı bir sistem talep ediyor. Rejim bu sese kulak vermezse, bu tıkanıklığın çok daha büyük sorunlara yol açması kaçınılmaz.

Unutulmamalı ki, güven kolay kazanılmaz, ama bir kez kayboldu mu yeniden inşa etmek bir ömür alır. Türkiye’nin buna vakti var mı, yok mu, orası tartışılır. Ama şu kesin ki, halkın gözünde güven kaybının bedelini ödemek her geçen gün daha da zorlaşıyor.