Sosyolojik olanla teolojik olanı ayırmazsanız geçmişin geçmişte kalması gereken fetvalarını din olarak okur, bugünü geçmişte boğarsınız.
İslam'ın her çağa söyleyecek sözü vardır. Dünü taklit etmek onun bütün zaman ve mekâna gelmiş olma iddiasını inkardır. Bir din, dün söylediklerini aşamıyor, bugüne bir şey söyleyemiyorsa -belli bir zamana- gelmiş ve oradan öteye geçememiş demektir.
Geçmişin sosyolojik şartlarının ürünü olan fetva ve kavramlar bugüne taşınarak onlar üzerinden siyasi mücadele verilmektedir. Bu hem İslam'ı bugünün ve bütün zamanların dini olmaktan uzaklaştırmak, hem de sosyolojik değişimi ret etmektir.
Niçin düne sığınılmaktadır?
Çünkü siyasi rekabeti dini rekabete çevirmek ancak dünden çıkarılan -zamanını tüketmiş- fetvalarla mümkündür.
Moritanyalı alim Şankıti, başka bir yazımda da işaret ettiğim gibi, günümüzde yöneticilerin (Kral, CB veya Başbakan) hukukla bağlı olduğunu, keyfi hareket etme serbestilerinin kalmadığını ifade ederek Müslüman olmalarının -şart olmadığını, adil olmalarının yeterli olduğunu belirtir. (İslam'ın Anayasal Krizi)
Said Nursi'nin görüşleri de buna yakındır, şöyle der: Siyasi maslahat ve ekonomik menfaatlerin lazım olduğu devlet işlerinde yönetici, hatta başkanın Müslüman oma zorunluluğu yoktur. Öncelik marifet, liyakat ve ehliyettedir. Hamiyet ve fazilet bu özelliklerden sonra gelir. Yöneticiler "reis değil, hizmetçidirler"
Keyfiliğin esas olduğu, kral veya yöneticilerin kendilerini hiçbir kuralla bağlı hissetmedikleri bir dünyanın fetvaları ile bugün hukuki denetim ve kısıtlamanın yönetimde esas haline geldiği bir dünyanın fetvaları bir olamaz. Yeni fetvaların yeni sosyoloji esas alınarak çıkarılması gerekir.
İşte dün bunun için bugüne taşınmaktadır?
Çünkü bugünün sosyolojisini esas alan bir din anlayışı ile insanları kışkırtmak, siyaseti din zeminine taşımak mümkün değildir. Onun için bilinçli olarak zaman geriye akıtılmakta, dünün toplumsal sorunlarına cevap olmuş fetvalar bugünün sorunlarının cevabıymış gibi takdim edilmektedir. Geçmişten fetva çıkarmak bugünün toplumunu geçmişin kuyusuna atmaktır.
Bu biraz da Ashab-ı Kehf'in durumuna benzemektedir. Yüzlerce yıl mağarada kaldıktan sonra şehre inip elindeki paranın artık geçmediğini görmek neyse, sosyolojik değişimle birlikte ömrünü doldurmuş fetvalarla bugüne ayna tutmaya çalışmak da aynıdır. Dünya değişmiş, artık elde olanların hiçbir geçerliliği kalmamıştır. (İbadet, tevhit vs ilgili fetvalar hariç) Ashab-ı Kehf'in durumu aslında sosyolojik değişimin Kuran diliyle bir ifadesidir. Ona sadece Allah'ın senelerce uyuttuğu insanları tekrar diriltme kudreti olarak bakmamak gerekir. Uyumadan önceki dünya ile uyandıktan sonraki dünya arasındaki fark açısından bakmak gerekir.
Siyaseti din kavgası, hak/batıl mücadelesi haline getirmek için geçmişin şartlarının ürünü olan fetvalara dönmek toplumu kendi içinde çatışmaya itmektir. Fitneyi katl'den ağır gören bir dinin bu tür bir düşmanlaştırma, bölme, parçalama siyasetine cevaz vermesi düşünülemez. Seçimler, ülkenin nasıl ve hangi kadrolarla yönetileceğinin tespit edildiği süreçlerdir. Ne din ne de düşman seçmektir. Hz. Peygamber ilk muhacirleri Habeşistan'a gönderirken Hıristiyan ama "orada adil bir kral var" demişti. Esas olan kimin ne kadar dindar olduğu değil, adalettir. Bu ülke çocuklarının vatanlarını bırakıp demokratik ülkelere kaçışlarının arkasında da aynı adalet dürtüsü vardır. 28 Mayıs'ta da din seçmeyeceğiz, adaletle adaletsizlik arasında bir tercih yapacak ya demokratik cumhuriyet yahut yolsuzluk cumhuriyeti diyeceğiz