Kuralların yerleşmediği ülkelerde, siyaset çok kuralsız ve acımasızdır. Herkes ve her şey ikbal aracı olarak kullanılır. Hasis menfaatler uğruna toplumda çatlaklar oluşturulur. İnsanlar hasımlaştırılır, kavga başlayınca da onu başlatanlar kenarda durup kar zarar hesabı yapmaya başlarlar.
Dün öyleydi de bugün farklı mı?
Bugün dünkünden daha derin bir kutuplaştırma gayreti ile karşı karşıyayız. Allah, Peygamber, din, iman, bayrak, şehitler, tarih, aklınıza ne gelirse toplumu kamplaştırmak için kullanılıyor. Toplumda ortak buluşma noktaları bırakmamak için olağanüstü çaba harcayanlar var.
Enerjisini kendi içindeki didişmelerle tüketen bir toplum huzura, refaha ulaşabilir mi? Daha iyi bir Türkiye için değil, biraz daha iktidarda kalmak isteyenlerin kavgasını veriyoruz. Onlar saltanat sürsün diye dostluğumuzdan, kardeşliğimizden vazgeçiyoruz.
12 Eylül’ü hatırlayanlar iyi bilir, en çok vatan tehlikede diye bağıranların hiç birinin çocuğu mahpushanelerde yoktu. Ülke elden gidiyor diyenler hep başkalarının çocukları üzerinden –vatan kurtarıcılığı- yaptılar. O acılı yılların bize öğrettiği şeylerden biri, ülkeyi kurtarıcılardan kurtarmadıkça bu ülkenin iflah olmayacağıydı.
Binlerce, on binlerce genç o tarihlerde işkenceden geçti. Gençliğini, sağlığını, umutlarını, hayallerini dört duvar arasında bıraktı. Giden bir daha gelmiyor. Kaybedilen hiçbir saniyenin telafisi yoktur. Oysa saniyeler değil, seneler hatta hayatlarını dar ağaçlarında verenler oldu. Bu devlet batmasın diyenleri o devlet astı. Analar, babalar, bacılar, eşler, kardeşler hapishane önlerinde ömür tüketti. Bir avuç insanın dışında kimsenin umurunda olmadı.
Hiç unutmam, idam almış hücreye gönderilmiştim. En fazla 4-5 metrekarelik, kibrit kutusu ebatında bir yer. İnsan ruhunun zincire vurulduğu, her an, her saniye boğulma duygusu yaşadığı bir mekan. Artık umutlar tükenmiş mukadder sona hazırlanmaktan başka çare kalmamıştı. Diğer hücrelerde kalanlarla kitap alış verişi yaparken birinin içinde bir vasiyetname gözüme çarptı. Vasiyetini yazmış, kitabı bana verirken muhtemelen vasiyeti almayı unutmuştu. Önce ne olduğunu anlamadım, okuyunca gözyaşlarına boğuldum. İdam edilirse özellikle annesinin ağlamamasını, şehit olacağını, utanç verici bir suçtan yargılanmadığını, ülkeyi yönetenler bunun hakkını vermeseler de tarihin bir gün kendilerini haklı çıkaracağını, arkasından kuran okunmasını, mezarının gösterişsiz olmasını söylüyor, ayrı ayrı babası ve kardeşleriyle vedalaşıyordu. Umutların tükendiği bir dönem biz de vasiyetimizi yazıp, bir kitabın arasına sıkıştırdık. O son gün gelince vasiyeti birine emanet edip, ailemize gönderilmesini isteyecektik.
O son bazılarımız için geldi, bazılarımız Özal affı ile çıktık. Ama içeride bıraktıklarımız dışarı çıkardıklarımızdan fazlaydı. Hala birçoğumuz içimizde hapishaneler taşıyoruz. Rüyalarımız hala kabuslarla bölünüyor, insan hiç yaşadıklarını yaşamamış gibi olur mu?
Aradan yıllar geçti, onca acı tecrübeye onca bedele rağmen ülke siyasetinde, siyasetçilerin bazılarının üslubunda değişen bir şey yok. Sahte tanrılar yeni kurbanlar istiyor, saltanat arabalarını onların kan ve gözyaşları üzerinden yürütmek için. Ne yazık ki hala uyanmıyoruz, hala aynı sloganları atıyor, hala aynı türküleri söylüyoruz. Ne demiş şair: “”Şarkıların günahı yok, içimi acıtan sensin…