Her dönemin öne çıkardığı değerler vardır. Toplumlar değiştikçe, yeni düşünce biçimleri, sosyal mekanizmalar ve değerler ortaya çıkar. Bazı değerler dünü temsil ederken, bazıları bugünü temsil eder. Her zaman kesiti, dönemine hakim olan değerlerle yürür. Bugünü, dünün mekanizmaları ile yönetmeye kalkmak, toplumla yönetimi, bugünle dünü karşı karşıya getirir.
Dünde kalmak, bugüne yabancılaşmadır, onun için sosyologlar, siyaset bilimcileri zamanın ruhuna dikkat çekerler. Bulunduğu zamanın icaplarına göre yaşamayanlar, kurumlarını ona göre tanzim etmeyenler, geçmiş yahut farazi bir zamanın ölçülerine mahkum olurlar. Bu, en çok tarihle ilgili anlatımlarda öne çıkar. Geçmişte yaşananların ihtişamı olduğu gibi bugüne taşınmaya çalışılır. Onu doğuran zaman, mekan ve şartlar yok sayılır. Oysa tarihi olayları, sosyal meseleleri bulundukları zaman, mekan ve şartlardan soyutlayarak anlamak mümkün değildir. Zamanı taşımak mümkün olmadığı için geçmişi bugüne taşımak da mümkün değildir.
Batı, nasıl ki Roma İmparatorluğunu getiremezse, biz de Osmanlı ve Selçuklu'yu geri getiremeyiz.Büyürsek, bu başka bir form ve şekilde olur. Geri getirmek için zamanın, mekanın ve toplumsal şartların da aynen bugüne getirilmesi gerekir. coğrafyalar yani mekanlar değişti, teknoloji ve ona bağlı olarak toplumsal ilişkiler değişti, ve tabi bütün bunlarla beraber eşya ve olaylara yaklaşımlar da değişti. Bugün dünyaya dünkü gibi bakmıyoruz, öyle bakmamıza sebep olacak şartlar da yok. Bu, tarihten bağımsız kolektif bir akıl oluşturmak anlamına gelmiyor, tam tersine tarihin damarlarından beslenmekle birlikte onun tutsağı olmamak anlamına geliyor.
Siyaset yapanların zaman zaman geçmişten örnekler vererek topluma özgüven pompalamaları doğru bir şeydir ve hemen her ülkenin başvurduğu bir yoldur.Zira tarih, hem milli şuuru besleyen bir kaynak hem de ortak aklı oluşturan bir damardır. Ancak bu damardan gelen tecrübeler geçmişin mekanizmalarını bugüne taşıma işlevi görmezler.Çünkü sosyal, siyasi veya ekonomik mekanizmalar dönemlerine mahsustur, hayatiyetleri onları doğuran ihtiyaç ve şartlarla sınırlıdır.
Geçmişi bugüne taşıma, moda mod taklit etme yönündeki örneklemeler ise yanlıştır ve zamana uymayan her uygulama gibi kamu düzenini bozucu nitelikler taşır. Ne yazık ki, sorun çözme kapasite ve yeteneğini kaybetmiş yönetimler en çok bu yola baş vururlar. Osmanlı'da şu vardı bizde de olabilir diye başlayan nutuklar siyasi acze çare bulma arayışlarından başka bir şey değildir. Özellikle terör ve bölücülüğün çözümü kapsamında dile getirilen eyaletleşme, özerklik, federalizm, Lazistan, Kürdistan gibi ifadeler, -uygulandıkları dönemin- şartları dikkate alınmadan ileri sürülen tezlerdir. Onları var eden şartların bugün artık mevcut olmadığı, dünün devlet anlayışı ile bugünün devlet anlayışının farklılaştığı ortadadır. İmparatorluğun merkezinden herhangi bir bölgesine gitmek için aylarca yolculuğun göze alınmasının gerektiği şarlarla, dünyanın ucuna 24 saatte gidilebildiği bir dönemin şarlarının ve buna bağlı olarak merkez çevre ilişkilerinin aynı olmayacağı bir vakıadır. Dün merkezin çevreye hakimiyeti ile bugün merkezin çevreye hakimiyeti arasında dağlar kadar fark vardır.Dünün mekan, iletişim ve ulaşım şartları gevşek yapılanmaları zorunlu kılmıştı. Şartlar değiştikçe buna paralel olarak, yönetim mekanizmaları da yenilenmiş, yeni bir idare anlayışı ortaya çıkmıştır.
Aslında Osmanlı da, yönetim aygıtlarının değişen dünyaya uyum sağlayamadığını görmüş, ancak geç kalmıştır. Geri kalmışlıkla ilgili ilk layihalar hep dini, ahlaki yozlaşmaya dikkat çekmiş, ancak Tanzimat'a gelinince, bunun böyle olmadığı, devletin yönetim şekli ile gerileme arasında ilişki olduğu anlaşılmış, buna bağlı olarak yasal düzenlemeler yapılmış, çağın ruhuna uygun okullar açılmaya başlanmıştır.Kopmalarla, başına buyruk bölgesel(Feodal) yönetimler arasındaki ilişki görülmüş, hızla merkezileşme yönünde adımlar atılmıştır. İlk isyanlar sanılanın aksine etnik isyanlar değil, merkezileşme çabalarına karşı feodal tepkilerdir.
Osmanlı'nın gördüğü, bugün onu ikide bir amaçlarına alet etmeye çalışanların bir türlü görmek istemediği bir husus da, çağın devlet biçimini anlamalarıdır. Sultan Abdülaziz bundan tam 153 yıl önce, 10 Mayıs 1868'de Şurayı Devletin açılış konuşmasında:"Teşkilat_ı Cedide, kuvve-i icraiyenin, kuvve-i adliye, diniye, ve teşriiyeden tefriki esasına müstenit," olacağını söyler.(Türkiye Tarihi Yılmaz Öztuna C.12) Yani, yeni devlet teşkilatında, din, yargı ve yasama, yürütmeden ayrılacaktır. Bugün kuvvetler ayrılığı dediğimiz ve çağın ruhunun icabı olarak gördüğümüz şey, Osmanlı tarafından 153 yıl önce görülmüş, ama toprağı emperyalizmin hedefi haline geldiği ve savaşlardan başını kaldıramadığı için hayata geçirme fırsatı olmamıştır. Dinin, icradan ayrılması ise bir nevi dinin, yürütmenin sömürüsünden kurtarılması ve din işleri ile devlet işlerinin ayrılması yönünde Osmanlı hükümdarının açık bir beyan ve taahhüdüdür.
Osmanlı'nın göz kamaştırıcı ihtişamından, artık sosyal ve siyasal şartları ortadan kalkmış bir Lazistan, Kürdistan çıkarmaya çalışanlar, ne hikmetse zamanın şartlarının bir icabı olan ve halen de ihtiyaç olmaya devam eden -kuvvetler ayrılığını- görmezden gelmektedirler. Mesele Osmanlı'dan ders çıkarmaksa, Sultan Abdülaziz'in, çürümüşlüğün çaresi olarak gördüğü kuvvetler ayrılığının en başta görülmesi gerekir. Ama tarihe, şaşı ve amaca uygun örnekler aramak için bakılınca, tarih ders veren bir öğretmen olmaktan çıkıp, bir zamandan kopma ve ayrıştırma aracına dönüşüyor.Bugün tam olarak yapılan da budur!