Tarih, uyarıları duymazdan gelenlere ağır faturalar keser. Kimi insanlar bu uyarıları görmez, kimileri de görse bile duymazlıktan gelir. Ancak her çağda bazı insanlar vardır ki, zamanın ötesini görürler. Görevleri, öngördükleri tehlikeleri haykırmaktır. Bu haykırışlar bazen duvarlara çarpar, yankılanmadan kaybolur. Ama tarih, onları haklı çıkaracak anı bekler. İşte böyle bir insandı Hüseyin Nihal Atsız.
Bir kalem, bir yürek, bir cesaret… O, Türk milletinin tarihini, kültürünü, varlığını savunmak için kalemi kılıç gibi kuşanmış bir savaşçıydı. Fikirleri için ödediği bedeller, ona duyulan borcun yanında küçücük kalır.
1944 yılıydı. Atsız, komünistlerin devletin damarlarına sızdığını yazdı. Kalemi titremedi, sesi kısılmadı. Yazdığı her kelime, devletin bekasını düşünen bir insanın çığlığıydı. Ama bu uyarı, mahkeme salonlarına, hapis duvarlarına çarptı. 27 yıl sonra, 1971’de sol ideolojiye saplanmış subaylar, 9 Mart darbesini yapmaya kalktığında, Atsız’ın haklılığı utanç dolu bir yüzleşmeyle ortaya çıktı. Onu yargılayanlar, tarih sahnesinden silinip giderken, Atsız’ın kalemi hakikati yazmaya devam etti.
Atsız’ın kalemi bu kez Kürdçü komünist hareketleri işaret etti. 1960’larda yazdığı yazılarda, silahlı kampların kurulduğunu, vatanın sınırlarında fitnenin büyüdüğünü haykırdı. Ama yine mahkemeler, yine parmaklıklar… 9 yıl sonra, 1978’de PKK kurulduğunda, Atsız’ın gördükleri kanlı bir gerçekle vücut buldu. Atsız’ın gördüğü rüya değil, kabustu; ama o kabusu sadece o fark etmişti.
Atsız, dinî görünümlü hareketlerin siyasetle kirlenmesini, devletin temellerini sarsabileceğini sezmişti. “Nurculuk Denen Sayıklama” adlı makalesinde bu tehlikeyi açıkça yazdı. Onun satırlarını okuyanlar, belki öfkelendi, belki güldü. Ama 15 Temmuz 2016’da hain darbe girişimiyle FETÖ’nün ihaneti ortaya çıktığında, Atsız’ın yıllar önce yazdığı cümleler yürekleri dağladı. Keşke zamanında dinlenseydi…
Atsız, sadece tehlikeleri gören bir kahin değildi; o, tarihin karanlık odalarını aydınlatan bir meşaleydi. Osmanlı tarihine dair unutulmuş eserleri, kaybolmuş kaynakları ortaya çıkardı. Âşıkpaşaoğlu’nun, Oruc Beğ’in, Ahmedî’nin satırlarına yeniden can verdi. Kanuni Sultan Süleyman döneminin büyük şeyhülislamı Ebussuud Efendi hakkında kaleme aldığı bilimsel çalışmayla, Osmanlı tarihine kalıcı bir iz bıraktı.
Onun sayesinde, unuttuğumuz kahramanlar, gömdüğümüz değerler yeniden dirildi. 1300 yıl önce Çin Sarayı’nı basmaya kalkışan Kür Şad’ın destanı, Atsız’ın kalemiyle çağımıza ulaştı. Bir milletin bağımsızlık ruhunu, zincir tanımayan cesaretini, o yeniden hatırlattı.
Atsız, yalnızdı. Çünkü doğruyu söyleyen her insan gibi, o da yalnız bırakılmıştı. Onun yalnızlığı, hakikatin ağırlığını taşıyamayanların korkusuydu. Ama Atsız, korkmadı. Zindanlar, mahkemeler, sürgünler… Hiçbiri onu yıldırmadı. Çünkü o, vatanını düşünmeyi, milletini uyarmayı her şeyin üstünde tutmuştu.
Bugün dönüp baktığımızda, Atsız’ın kaleminden dökülen uyarılar, mahkeme salonlarının soğuk taş duvarlarını değil, vicdanların ve akılların zeminini titretiyor. Atsız, sadece bir tarihçi, bir yazar değil; bir milletin vicdanı, sesi ve cesaretiydi.
Tekrar Soruyorum…
Cumhuriyet döneminde Atsız kadar ileri görüşlü, bu toprakları sevdalı bir başka aydın yetişti mi? Her satırıyla milleti uyaran, hakikati haykırmak için kalemi bir mızrak gibi kullanan başka kim vardı?
Belki bu sorunun yanıtı, tarihin sessizliğinde gizli. Ama bir gerçek var ki, Atsız’ın adı, zamanın ötesinde, kalplerin derinliklerinde yaşamaya devam edecek. Çünkü o, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de sesi olmayı başardı.