Eskiden siyaset, fikirler üzerine kurulurdu. Artık kimse neyi savunduğunu bilmiyor, sadece kimden nefret ettiğini biliyor. Toplumun en güçlü bağı ortak değerler değil, ortak düşmanlar oldu. Kitleler bir araya gelmek için sevgiye değil, nefrete ihtiyaç duyuyor.

Eric Hoffer, yıllar önce Kesin İnançlılar kitabında bunu çok net anlatmıştı:

“Bir kitle hareketi Tanrı’ya inanmadan doğabilir, fakat bir düşmana sahip olmadan genişleyemez.”

Bugün siyaset dediğimiz şey tam olarak bu: Düşman yarat, düşmana öfke duy, insanları o öfke etrafında birleştir. Çünkü bu en kolay, en zahmetsiz, en hızlı yöntemdir.

Kutuplaşmanın Anatomisi

Hoffer’a göre insanlar, hayal kırıklığına uğradıklarında, kendilerini değersiz hissettiklerinde ya da başarısızlıklarından kaçmak istediklerinde bir hareketin parçası olmayı seçerler. Ancak çoğu zaman, bir hareketin savunduğu fikirler değil, karşısında durduğu düşman onları birleştirir.

Bu yüzden siyasette artık programlar, projeler, çözüm önerileri konuşulmuyor. Bunlar fazla detaylı ve karmaşık geliyor. Onun yerine basit bir duygu yetiyor: Öfke.

“Ortak nefret, en uyumsuz unsurları bile birleştirir.”

Bugün yan yana duramayacak insanlar, aynı düşmana öfkelenerek ortak bir cepheye dönüşüyor. Yarın düşman değişince, birbirlerine düşman olacaklarını bilmeden…

Hoffer burada bir noktaya daha dikkat çeker: “Bizi ezen insanlara karşı genellikle nefret duymayız. Çünkü kendimizi onlardan üstün görürüz. Ama onlara gerçekten bir haksızlık yaptıysak, onlara karşı daha çok nefret besleriz.”

Siyasette de durum farklı değil. Aslında insanlar, kendilerine doğrudan zarar verenlerle değil, çoğu zaman haklarını gasp ettikleri insanlarla uğraşırlar. Onları susturmak, aşağılamak, şeytanlaştırmak isterler. Çünkü bu, haksızlıklarını örtmenin en kolay yoludur.

Nefret mi Daha Güçlü, Sevgi mi?

Hoffer’ın belki de en sarsıcı tespitlerinden biri şudur:

“Bir şeyi sevdiğimizde, onu bizim kadar seven birini rakip olarak görürüz. Ama bir şeyden nefret ettiğimizde, aynı nefreti paylaşanları müttefik biliriz.”

İşte tam da bu yüzden siyaset nefret üzerine kuruludur. Sevgi kişiseldir, zahmetlidir, değişkendir. Ama nefret kolektiftir, sadıktır, örgütleyicidir. Bugün siyasette gördüğümüz şey de budur: Kendi düşüncesini savunan değil, düşmanına daha çok saldıran kazanıyor.

Liderler de bunu bildiği için projelerle, reformlarla, icraatlarla uğraşmak yerine, bir düşman belirleyip kitlelerini o düşmana yönlendiriyorlar. Bu düşman bazen bir lider, bazen bir parti, bazen bir sınıf, bazen bir halk grubu, bazen de soyut bir kavram oluyor. Ama düşman hep var. Çünkü nefret olmadan bu sistem ayakta kalamaz.

Peki Ya Sonrası?

Hoffer’ın en büyük uyarısı burada devreye giriyor: Nefretle bir arada tutulan toplumlar uzun süre ayakta kalamaz.

Çünkü nefreti beslemek için sürekli yeni düşmanlar yaratmak gerekir. Bugün düşman gördüğün kişi, yarın yanında olmazsa sıradaki düşman sen olabilirsin. Devrimler nasıl kendi liderlerini yerlerse, nefretle beslenen siyaset de eninde sonunda kendi çocuklarını harcar.

Bu yüzden Hoffer soruyor:

“Gerçekten neye inanıyoruz, yoksa sadece kime karşı olduğumuzu mu biliyoruz?”

Eğer cevap, sadece düşmanlar üzerinden şekilleniyorsa, bu gidişatın nereye varacağını görmek zor değil. Çünkü nefret, eninde sonunda sahibini de tüketir.