Türkiye Cumhuriyeti’nin 96. yılındayız. Bugüne kadar defalarca genel ve mahalli seçim yapıldı ama biz hâlâ adam gibi ya da eller gibi seçim kampanyası yürütmeyi öğrenemedik. Sanki seçime değil de savaşa gidiyoruz ve biz bunu her dört ya da beş yılda, bazen de daha kısa aralıklarla yapıyoruz.
Bir ülkenin gelişmişlik ve medenilik göstergelerinden biri de seçim kampanyalarındaki tutum ve davranışlardır. Ancak ne var ki Türkiye bu konuda, hayat standartları bakımından bize göre çok zayıf olan ülkelerin bile çok ama çok gerisindedir. Üstelik bu gerilik “ilkellik” olarak adlandırılsa da yeridir.
Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya, Belçika, Hollanda, İtalya, İsveç, Norveç gibi ülkelerde siyasi parti liderlerinin her gün üç beş yerde konuşma yapıp siyasi muarızlarına ağıza alınmayacak laflar söylediklerini gören, duyan var mı? Oralarda Cumhurbaşkanları, Başbakanlar her gün niye televizyonlarda görünmüyorlar? Onları geçtik de, bölük pörçük olmuş Balkan ülkelerinde bile hır gür olmayan seçim çalışmaları yürütülürken biz niye böyleyiz?
Bütün bu konuları siyasi partiler ve liderleri düşünmüyorlarsa ey Türk Milleti, sen niye düşünüp sorgulamıyorsun? O kavga, o dövüş, o hakaretler aslında seni de “adam yerine koymama” anlamına gelmiyor mu? Bu bağırıp çağırmalar herhalde “anlayışsız” kabul edilen bir millete anlatabilmek için yapılıyor olsa gerek!
Yüksek Seçim Kurulu (YSK), Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) gibi kurumları, Savcıları, Hâkimleri olan bir devlette bu düzen niye sağlanamıyor? Madem demokrasi var, eşit şartların da oluşturulması gerekmez mi? Ortada bir yarış olduğuna göre Cumhurbaşkanı, devletin ve milletin bütün imkânlarını kullanarak üç beş kilometre önde, diğerleri de o kadar geride koşmaya başlarlarsa buna yarış denir mi? Bu haksız, hukuksuz, adaletsiz uygulamaya kim dur diyecektir?
Gelelim başlıktaki konumuza… Malum olduğu üzere iki “ittifak” var: Cumhur İttifakı, Millet İttifakı. Ancak, AKP ve MHP Genel Başkanları Millet İttifakı’nı “Zillet İttifakı” olarak adlandırıp hakarete varan ifadeler kullanıyorlar. Siyasi partiler “Demokrasilerin vazgeçilmez unsurları” iseler elbette ayrı ayrı ya da düzenlemeler uygunsa ittifaklar halinde seçimlere girebilirler. Bu gayet normaldir ama karşı taraftakilere “zillet” yaftasını yapıştırmak demokrasinin ruhuna, özüne tamamen aykırıdır. Kaldı ki bu yapıştırma ya da yakıştırma aslında o ittifakın mağduriyetini ifade etmektedir. Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılabilmesi için Türk Dil Kurumu sözlüğünde zillet kelimesine verilen anlama bakalım: Hor görülme, aşağılanma!
TDK Sözlüğü’nde, bu kelimenin daha iyi anlaşılabilmesi için ünlü yazarlarımızdan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan şu cümle alınmış: "Yıllardan beri dişinden tırnağından artırdığı, çoluk çocuğunun nafakasından kestiği parayı günün birinde, ben de bu zilletten kurtulurum umuduyla bir köşeye koymuştu."
“Zillet”in manasını anlamayanlara ve yanlış kullananlara öğretebilmek için bir örnek daha verelim. Ünlü şair, filozof, matematikçi ve uzay bilimci Ömer Hayyam’ın o meşhur dörtlüğü bunu çok güzel açıklıyor:
“Celladına âşık olmuşsa bir millet
İster ezan, ister çan dinlet
İtiraz etmezse sürü gibi illet,
Müstehaktır ona her türlü zillet!”
Durum bu kadar açık olduğuna ve zilletin anlamı üzerinde bir tereddüt olamayacağına göre karşı ittifakı “Zillet İttifakı” olarak adlandırmak aslında onların mağduriyetlerinin belgesidir. Çünkü kelimenin anlamı “aşağılık” değil, “aşağılanma” ve “Hor görülme”dir. Dolayısıyla “aşağılanma” ya da “hor görülme” başkalarının yakıştırması ya da iftirası ile olur. Doğrusunu konuşacak ve yazacaksak MHP ve AKP Genel Başkanlarının bu konuyu iyi düşünmeleri gerekir. Aslında, kelimenin yanlış kullanıldığına dair, “Hor Görme Garibi” adlı bir şarkısı olan “Akil Adam” ve aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı “Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu” Üyesi olan Orhan Gencebay’ın hatırlatma yapması gerekirdi. Demek ki Gencebay ve üyesi olduğu Kurul görevlerini tam kavrayamadılar! İşte o şarkının son dörtlüğü:
“Madem yaşamaya geldik dünyaya
Benim de her şeyde bir hakkım vardır
Sevmiyorsan hor görme bari
Benim de senin gibi Allah’ım vardır.”
Başka söze gerek olmadığına göre geçelim “beka” meselesine…
TDK Sözlüğünde verilen anlam şu: Kalıcılık, ölmezlik.
Allah’ın izni ile Türk Milleti kalıcıdır, dünya durdukça da ölmezliği devam edecektir. Ancak ne var ki, bunun için etrafımızda olup bitenleri iyi görüp iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Irak, Suriye ve Libya örneklerini ele alacak olursak, bu üç ülkenin de diktatörlükle yönetildiği malum. “Arap Baharı” diye süslü, cilalı bir isim altında ortalığı karıştırdıktan sonra “Demokrasi getiriyoruz” diye işgal hareketi başlatarak yüz binlerce, hatta milyonlarca kişiyi katledip daha çoğunu sakat, çocukları öksüz ve yetim, kadınları dul ve çaresiz bırakanların tek gerekçeleri vardı: “Halkına zulmeden diktatör gidecek, demokrasi gelecek!” Libya’da Kaddafi, Irak’ta Saddam aşağı yukarı aynı akıbete uğradılar da demokrasi geldi mi? Hayır? Gelecek mi? Mümkün değil! Suriye’de Esad’ın henüz duruyor olması ABD ve Rusya’nın denge politikaları ve biraz da İran faktörü sebebiyledir.
Parlamenter Demokrasi ile yönetilen ve bunu işleten ülkelere hiçbir süper güç müdahale edemez. Adı tam konmasa da Türkiye’de uygulamaya konan ve giderek kökleşen “Tek adam rejimi” kabul etsek de etmesek de bir bakıma dış müdahalelere zemin hazırlamaktadır. Onun için Sayın Cumhurbaşkanı yeniden Parlamenter Sisteme dönüşün önünü açma yönünde çalışma yapar ve yaptırırsa dillerde pelesenk olan “beka” meselesi de çözüme kavuşacak, eğer bir tehlike varsa ve olacaksa, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde toplanan Amasya Genelgesi’nde ifade edildiği gibi, “Milletin bağımsızlığını yine Milletin azim ve kararı kurtaracaktır!” Yoksa bu, “şu ittifakı, bu ittifakı” diye milleti ayrıştırarak başarılacak bir iş değildir.
Siyaset sahnesindeki bu itici, kırıcı, dışlayıcı ve ötekileştirici tavırları sürdürerek milleti iyice gerersek asıl “beka” meselesi o zaman baş gösterir. Herkes bağlı olduğu siyasi parti mensupları ve liderinin sözleri ile tatmin olup gönül eğlendirebilir, hatta kendinden geçebilir ama TDK Sözlüğünde üstat Necip Fazıl Kısakürek’ten verilen örnekte çok güzel ifade edildiği gibi, "Fakat böyle bir zevk ve huzurun devam ve bekası olamaz!"
Kısacası, “beka” ve “zillet” konularına doğru bakıp doğru anlamak zorundayız vesselam.