Son aylarda başını Etyen Mahçupyan ve Mümtazer Türköne’nin çektiği aydınlar ısrarla ve her fırsatta dış politikamızın ‘’Kemalist çizgiden İttihatçı çizgiye’’ yöneldiğini iddia ediyorlar. Onlara göre devletin benimsediği milliyetçilik anlayışı da bu yönelim nedeniyle değişecek, daha doğru bir ifadeyle değişim sürecinde.

Hatta Devlet Beyin başlattığı sürecinde bu değişikliğin bir neticesi olduğu iddia ediliyor. ‘’ Devlet, Ak Partiyle rejime muhalif olan muhafazakarları, İslamcıları, tarikatları hatta Siyasal İslamcıları devletle bütünleştirdi hatta asli unsurlardan biri haline getirdi. Şimdi MHP vasıtasıyla, Demli Kürtler devletle bütünleştirilecek, bölücülük Kürtler arasında marjinal bir harekete dönüştürülecek’’ iddiası seslendiriliyor.

Devletimizin değişen iç ve dış koşullara göre milliyetçilik anlayışını ve dış politikasını değiştirdiği bir hakikat. Osmanlılar 2. Mahmut’tan itibaren Batılılaşmayı bir devlet politikası olarak benimsediler. Batılılaşma özü itibariyle, milletin değerlerinin bir kısmından kopmayı gerektirse de devletin ve milletin varlığının ancak bu şekilde korunabileceği tespitine dayandığından, içinde barındırdığı çelişkilerle birlikte, milliyetçi kaygılar taşır.

Osmanlılar yarım asır geçmeden Batılılaşmanın devleti kurtarmayacağını büyük toprak kayıplarıyla anladılar ve imparatorluğu ayakta tutmak için önce Osmanlıcılık düşüncesini, bu düşüncede isteneni sağlamayınca İslamcılığı benimsediler. Özlerinde Türk milliyetçiliği düşüncesiyle çelişen Osmanlıcık ve İslamcılık, aslında devletin benimsediği ve uyguladığı milliyetçi politikalardır. Amaç Türk imparatorluğunu ayakta tutmaktı.

İmparatorluğun dağılma sürecinde milliyetçi aydınlarca ortaya atılan Turan fikriyatının amacı, halka ve aydınlara umut vermekti. Rumeli yani devletin iki omurgasından biri kaybedilince   herkes yılgın, bedbin ve umutsuzdu. Yoksa ne devlet ne de ittihatçılar bir macera veya hayalin peşinde değildiler. İttihatçı subayların imparatorluğun her tarafına gitmesi, mücadele etmesi maceracılıktan değil vatanseverliktendi.

Birinci Dünya Savaşına katılmamız da İttihatçıların maceracılığına bağlanır. Oysa bu savaşın çıkma nedenlerinden biri Osmanlının topraklarının paylaşılmasıdır.  Revan görüşmelerinde alınan kararlar herkesin malumuydu. İngiltere başta İstanbul olmak üzere Osmanlı topraklarının bir kısmını Rusya’ ya vermeyi  taahhüt etmişti. Yani savaşa girmesek te İtilaf devletleri kazandığında imparatorluk bölünecekti. Savaşa girmemizin amacı maceracılık değil imparatorluğun varlığını sürdürme kararlılığıdır.

Kaldı ki İttihatçılar savaş başlayınca Rahmi Beyi Paris’e ve Cavit Beyi Londra’ya göndererek, Revan görüşmelerine rağmen İtilafçılara iş birliği yapmayı teklif ettiler. Her iki devlette Osmanlıyı kendilerine yük olacağı gerekçesiyle reddetti. Yani Osmanlının savaşa Almanların yanında girmekten başka çaresi yoktu. Aslında ilk başta, ordularının kısa sürede Paris’i ele geçirerek zafer kazanacağından emin olan Almanlarda Osmanlıyı istemediler. Fakat bunun mümkün olmadığını görünce doğuda cephe açılması, yani Osmanlının savaşa katılması, Almanya açısından zorunlu hale geldi.

İttihatçılar özellikle Enver Paşa, savaşa katılmakta acele ettiği için eleştirilebilir. Eğer 2. Abdülhamit ya da Atatürk iktidarda olsalardı çok daha temkinli hareket ederler savaşa katılmayı geciktirirlerdi. Muhtemelen bizim ve Ruslar için yıkım olan ama Almanlara çok yarayan Sarıkamış operasyonunu yapmazlardı.

Enver Paşa’nın Türkistan’a gitmesi de maceracılıktan değil vatanseverliktendi. Türk orduları Sakarya zaferini kazanana kadar Paşa Batum’da bekler. Zafer kazanılınca artık kendisine ihtiyaç olmadığını görür. Zaten halk ve Ankara hükümetinin kendisini istemediğinin farkındadır. Türkistan’a şehadete yürüdüğünü bilerek gider.

Atatürk’ün İttihatçılardan daha temkinli ve realist olduğu bir vakıadır. Neticede İttihatçılar bir imparatorluğu kurtarmaya çalışıyorlardı, Atatürk yeni kurulan bir devleti yaşatmaya. Kaldı ki Atatürk’ün ‘’Yurtta Sulh Cihanda Sulh’’ vecizesi dışarıya verilen bir mesajdı, her şartta uyulması zorunlu bir kural değildi. Kurtuluş savaşını başlatan ve Hatay’ı savaşmayı göze alarak topraklarımıza katan Atatürk’tü.

Etyen Bey ve fikirdaşları Hatay’ın anavatana katılma sürecini değerlendirseler Atatürk’e ittihatçı, İnönü’ye Kemalist derlerdi. Atatürk, ‘’Savaş çıkacak İngiltere ve Fransa bize direnemez’’ savıyla Hatay’ı anavatana katmak için hamle üstüne hamle yaparken İnönü aynı tespite dayanan ‘’Savaş öncesinde İngiltere ve Fransa’yı karşımıza almayalım’’ gerekçesiyle bu hamleleri engellemeye çalışıyordu. Gazinin İnönü’yü tasfiye etmesinin en önemli nedenlerinden biri bu yaklaşım farklılığıdır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında benimsenen milliyetçilik anlayışı, zaman zaman dini dışlayacak derecede sekülerdir. Osmanlı karşıtıdır. Daha sonra ülkücü hareketin fikir babaları olacak olan fikir adamlarının büyük çoğunluğu, laik cumhuriyet yeni kurulduğundan makul sayılabilecek bu yönelimlere karşı çıktılar. Bununla beraber benimsenen milliyetçilik anlayışı kapsayıcıydı, özünde ve uygulamada ırk esaslı değildi. Türk ifadesiyle kastedilen Müslüman vatandaşlardı. Nitekim mübadelede Müslüman Çingeneler ülkeye kabul edilirken Hıristiyan olan Karamanlı Türkler Yunanistan’a gönderildiler.

2. Dünya Savaşından sonra Stalin’in Boğazlardan üst ve Kars’ı istemesi Türkiye’nin politikalarını değiştirdi. Türkiye denge politikasını terk ederek Batı blokuna yöneldi. Bunun gereği olarak antiemperyalist çizgiden antikomünist çizgiye kayıldı. Antikomünist ve SSCB karşıtı milliyetçilik, eskisi kadar seküler olamayacağından dini ve manevi değerlere saygılı, muhafazakar bir milliyetçilik anlayışı sindire sindire benimsendi. Bu çizgi değişikliği, Batı blokuna katılmak için şart olan demokrasiye geçişinde doğal bir sonucudur. Demokrasi halka dayanmaktı. Halkın dini dışlayan bir milliyetçilik anlayışını kabul etmesi olanaksızdı.