Kimi zamanlar oturup, ahvalimizi düşünmeye çalıştığımda aklıma yığınla soru takılır. Bu suallerden biri de elimizdeki mevcut aklımız ve muhayyile edişimize vurulan ketlerdir. Örneğin Batı (olabildiğince) ketlerinden kurtulup, sorgulamanın akıl adına biricik yasa olduğunu (kendi namına) fark ettiğinden beridir, üzerinden asırlar geçmiş... Bu asırlar içinde zamanı da uzayı da avantaja çevirmesini bilen Batı, dolayısıyla kendini (elan günahlar işlemeye devam etse de) refahla var etmiştir. Onlarla aramızda net, çoğunlukla aleyhimize tezahür eden çağdaş örnekler ise hayli de fazla... Örneğin Batı toplumları ile bizim aramızda belirginleşen en önemli farklardan birisi, ussal ve gerçek olanla politik safsataların ayırımını kavrayamadığımız olabilir. Bunu ısrarla düşünenler arasındayım. Evet; ruhumuzun çoğul yönlerini saran “Doğulu” anlamlarımızın “meziyet” telakki edeceğimiz misalleri varittir; fakat muhayyilesi sürekli kafeslenen ve akıl çağından öte, dogmaları baskın gelen bizler ile Batı arasında derin yarıklar görmezden geline bilinir mi? Tarih, retrosipektif halde bu gerçekliği önümüze gelişme indeksinde (iktisaden, ilmen ve sosyal refahımızın her alanında) koymaktadır.
Fakat esas sorun, giriş paragrafta yazdıklarımdan öte tüketimin ikonikleşen göstergesinde kötücül bir toplumsallığa doğru hızla yuvarlanmamız, arafta kalışımızın ortaya çıkardığı derin buhranlardır. Bunu ne iktidar görebiliyor ne de entelektüel nüfuzumuz kökleşen sorunların üstesinden gelebiliyor. Batı’nın üst arkeolojide kötü bir örneği olarak kalacağız ve Doğu’nun (artık) karartılmış, ışıksız yolunda hızla uçuruma yuvarlanacağız. Bunlardan gayrı umudumuzu diri kılmak istediğimiz memleket insanı ise hızla entübeye doğru yol almaktadır. Velhasıl durum; komalıktır!
Avam bilincimiz çelişmezlik ilkesiyle işler ki bu vasat egemen için bulunmaz bir nimet ola... “Başımıza gelen felaketler ibret-i vesika, tarihimize yazılmış kimi zaferler ise mucizelerdir” retoriği egemenin ikiyüzlü politkiliğinin dayanılmaz rahatlığını önümüze serer. Kapatılmış muhayyilemizde “mucizeleşen” bir lider her yaptığı, ettiği ile doğrudur, sorgudan da münezzehtir. O’nun verdiği karar haktır ve kararından dönse de yine doğrudur. Mucizeler gerçekleştirdiklerine inandıklarımız, Allah’ın yanında olanların hikmeti, felakete gadrolmamız ise aramızda çoğalmış fâsıkların başımıza getirdikleridir. Kapatılmış muhayyele “aşk olsun” diyen kitlelerin aklında şöyle bir mantık paradigması işlemez: Fay hatlarını fâsıklardan ayrı tutmak, tedbir almak; binaları sağlam yere ve usule göre yapmak!.. Akabinde kader, acıları hızla yaşattırır, binlercemizi öldürür ve aynı hızla da kader, yaşananları unutturur bizlere…
Aklı kovmuş, üzerine sağlık bir de iğdiş edilmiş imgelemi (yani efsunlu hikâyatı) başa taç eden toplumlar; inancı, ibadeti ve yaşam pratiklerini çelişmezlik ilkesine göre kotardıklarından sorgulama istemeyenlerin değirmenini döndürüp durur. Bu yapı, işleyime alınmış avama karşı, egemen iktidar nazarında öyle kıymetlidir ki kaybetmemek için lazım gelen kamu metafizik diskurlar, biteviye propaganda edilmektedir. Bu zaviyeden bakınca hikâyemiz Emevîlerden beri değişiklik göstermez. Batı ise imgelemi bir yaratım ve sorgulama halinde sanatta işlemiş, sorgulayıcı, kültür ivmelendirici ve hatta devrimci bir saika temellendirmiştir; işte, aramızdaki bariz farklardan biri de budur.
İnsan tabiatında imgelem, hayata mana vermenin başlıca yolu, kaçınılmaz ihtiyacıdır. Adem ile Havva’nın da esrarıdır. Bu açıdan baktığımızda Anadolu toplumunun muhayyilesi dünyaya anlam verme noktasında hiç de yabana atılmaz hasletler sunar. Fakat böyle olsa da o muhayyilenin etrafını saran, içini karartan ve yozlaştıran etkenlerden Anadolu sezgisi, yaşam hayali çok yaralar almıştır. Bu yaralar, vuruklar ve inmeler; zaman içinde sorgulama kültürünü bir edim haline getirmesi gereken toplumu adeta bir taşa bağlamış, üzerini kara bir çaput ile örtmüştür. Mevcut halde etrafınız göremez ve hissedemez olan Türk vatandaşı, simbiyotik bir ilişkiden başkasını düşünemez; etrafına ve olaylara karşı duyarsız durumdadır. Faillerin başında her türlü dogmatik iktidarlar, “ülü’l-emr” otorite, dokunulmaz tabular, tüketim çılgınlığı, cemaatvari güç ve dünya görüşlerinin sarsılmaz doğruluğunu ilan eden uhrevi cahiller bulunur. Bunların vebali, taşınamaz ağırlıkta olsa da aklın bir türlü devreye alınamayışı yüzünden nesli, enerjisi, doğası ve zamanı yitip giden buhranlar ülkesi halimiz değişmemektedir. Cabası, kendi muhayyilesini tek doğru bilenlerin ardına milyonların sökün edilmesi ve aç kalmamak için yaşamak, hatayı görmezden gelmek de akıllara zarardır. Tüm olanların temeli en başta da eğitim buhranımızdır!
İstenen şudur: uyanıkken düş görmeyin; yani hür bir özne olmayın, bu yok, varsa da yasak!.. Egemence tebliğ edilen ve istenen emirler vardır; ama düşünmek ve düşlemek harcınız değildir. Git çalış, karnını doyur, yat ve sabah kalkıp aynı şeyleri tekrar et! Egemenin, ket vurmuş ideolojilerin ve ritüel sahiplerinin düşündüklerini ve düşlediklerini sorgusuz sualsiz kabul ederseniz; işiniz olur, aşınız pişer; cenaze namazınızı da kıldıran bir imam bulursunuz. Allah, imanla gitmeyi nasip etsin… Burası Godot’nun bekleneceği yol bile değildir; ama herkes Didi ve Gogo’dur. Böyle bir ülke örneğinde nerdeyse peygamber mertebesinde, dehası tartışılmaz lidere revan olunmalıdır; yoksa… Yoksa düşmanlardan, kâfir ve zındıklardan birisinizdir. Usun ve imgelemin yitirildiği diyarda bir tek insan, insan olamaz, insan yerine koyulamaz ve biri çıkıp “öyle sanatın içine tükürür”. İnsanı insan olarak tanımlamayan hiçbir düzenin doğası ve estetiği yoktur.
Biz iyi, onlar şeytan; biz hak, onlar nâhak! Şu ülkede nefes alamayan, boğulan yığınların önüne düşman atılmazsa olmaz! “Biz-Onlar” kavgası organize sanayide çalışan emekçinin yahut “aman beni kovmasınlar” diyen belediye şirket işçisinin hiçbir faydasına değildir; ama sorular sorulması da iyi değildir.
Vahyi, ideolojiyi ve dogmaları tekeline alanlar, aklı kurşun yağmuruna tutarlar; çünkü aklın mütekâmil niteliği ile makulün uzlaşısı (yani bir arada habitat oluşturması) istenmez. Esas buhran buradadır; kafasını kesilmek için uzatan koyunlar buradadır. “Kimse beka için ölerek yaşayamıyor ise o halde sürünerek yaşasınlar madem” diyenler de sırça odalardadır. Buhran değil; ama onu bitmez bir histeri ile sevenler, dünyayı bir bütünlüğe kavuşturmamıza izin vermeyecektir ve işte iktidarlar, bu yüzden vardır.
Dünyayı bir bütün halinde görebilmek meşakkatlidir ve bütün, parçalara ayrılmadan ne özümsenir ne anlaşılırdır. Akıl burada lazım gelirken bütünün parçalanma uğraşısını istemeyen ve kendi namıma tehlike gören stotüko, hem aklın hem bizlerin düşmanıdır. Bu düşmanlık ise örtülür, gizlenir ve derin ideolojiler ile dolaşıma sokulur.
Buhranın kesitleri vardır. Örneğin kentler, şehirleri boğar ve estetik aklın muhayyile ile ortaya koyduğu asırlık bütün değerleri yıkar, bütünlüğü sağlayan sanat/ahenk yok edilir. İstanbul’un katastrofa uğramış siluetini düşünün… Bin yıllık ve ortak bir miras olan Ayasofya ile köfte kokularını bir arada gösteren pratiğin muhayyilesi budur… Sat, daha çok sat; rant.. daha çok rant!
Şehrin dolaylarına sökün etmiş hangi cemaatin estetik kaygısı vardır ki? 200 yıllık tarihi bir sokağın kiminin indinde cübbe giyen kadar hatırı ve saygısı vaciptir. Burası Prag ve Budapeşte gibi gavur memleketleri değildir! “Altı üstü sokak lan bura, ne halta yarar”. Müntesiplerini taşradan göç ile depolamış yapılar, medrese-shop centerler inşa etmekten ve oy istiflemekten başka bir dert edinmemiştir. Özer Kızıltan’ın yönettiği ve Erkan Can’ın muhteşem oyunculuğu ile Takva (2005) filmini bu gözle seyrediniz.
Oysa bu coğrafya, medeniyet; Mevleviler ve Bektaşiler var etmedi mi? Sonuçta nahif bir aklı ve fazileti korumadan şehirlerimizi koruyamayacağımız iman ehli taifece akledilmek zorunda değildir. Niye edilsin; aşağıda dert edilen şeylerin fotoğrafı paylaşılır haldedir.
Şehirlerde gettolar, göç-köyler oluşturmak. Arafta kalmış sınıfsal tanımsızlık, burjuvasızlık; milyonları kentlere akıtmak buhrandır, arkadaşlar.
Soralım pekâlâ; bizler nasıl bir memleket tahayyül ediyorduk? Neleri düşündük/düşünmedik ve nasıl bir eser(!) ortaya çıkardık. Misal.. “çevreci bir İslamcı/dindar tanıdığınız var mı”yı geçtim, biz de (milliyetçilerde) ne var?!. Sigara izmaritini yola atmayın” diye uyarma cesareti/sorumluluğu veya “kurban sakatatlarını belediyenin çöp konteynırına lütfen atmayalım” diye bilme hassasiyeti… Bir kütüphane görevlisinin pandemik süreçte kütüphaneye gelen genç bir kıza “maskenizi takın” uyarısı yaptığı için cevaben “aşağılık yaratık” cümlesine muhatap kaldığı bir ülkeden bahsediyoruz…
Bir ülkede aklın ve bedenin kıymeti olmalıdır? Ne yerin altında ne yerin üstünde çalışırken ölmemelidir insanlarınız… Altı gün çalıştırılan, işsizlikle korkan insanlar, sürekli itaat istenen beyinler, etrafına nasıl bakacak ve neyin duyarlılığı gelişecektir. Zola’nın “Germinal”i Fransa’da yaşandı bitti mi zannediyorsunuz? Zamanı her yönüyle daraltılan ve menzil atı gibi koşturulan bizler, buhranda değiliz de ne haldeyiz? Eğitim sistemimizde doğayla barışık hangi anlatı ve sorumluluğa çağıran, etkin bir müfredat var da bilmiyoruz! Bir Kur’an kursu hocası alsın çocukları ve bulabilirse temiz bir derenin kenarında “elif ba”dan önce “burayı koruyun çocuklar; çünkü biz bu dereyi, suyu size koruyarak teslim edeceğiz” desin… Duyduğu şiiri anlamadığı için “b.k gibi” diyen biri ile nahif, estetik bir ilişkinin tesis edilemeyeceğini yol verme savaşı sebebiyle arabaların dikiz aynalarını kıran hatta öldüren tiplerden anlarız biz.
Muhafazakârlar dünyaya intibak halini ekonomik, faydacı ve politik her haliyle başarmış bir tabakadır. Bugün hiçbir muhafazakâr yapı, azınlık kalmış bir kısım “öteki” hariç, kitleleri yönlendirmede zorluk yaşamaz. Bu başarı, üstüne üstelik siyasi zafer ve iktidar gücüyle perçinlemiştir. Göremedikleri (veya umurlarında mı bilmem) kültürsüzleşmenin, us dışı kalmanın, muhayyel kıymetlerin ve can çekişen doğanın, estetiğin bahasına ödenen ciddi bedeller bulunmaktadır. Bu bedeller, çocuklarımıza çok ağır bir faturadır!
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!