1 – 7 Ekim tarihleri arası “Camiler Haftası” olarak kutlanıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı her yıl bir tema belirleyerek programı başlatıyor. 27 Eylül Cuma günü camilerde okunan hutbede, bu yılki temanın “Cami ve Hayat” olarak belirlendiğini öğrenmiştik. Nitekim Pazartesi günü de “Camiler Haftası” resmen başlamış oldu. Hafta ile ilgili olarak hazırlanıp okunan hutbe, adet olduğu üzere bir ayet ve bir hadisle başladı:
“Muhterem Müslümanlar! Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yolda olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe Suresi, Ayet 18)
“…Beldelerin Allah’a en sevimli olan mekânları, camilerdir.” (Hadis-iŞerif)
“Aziz Müminler! İslam medeniyeti, cami merkezli bir medeniyettir. Camiler, tarihten günümüze sosyal hayata şahitlik eden, İslam beldelerinin, etrafında hayat bulduğu, mümin yüreklerin kendisinde buluştuğu kutlu yerlerdir. Mahallelerimizin kalbi, şehirlerimizin ruhu, aziz milletimizin ve ümmet-i Muhammed’in güvenli yuvasıdır. Camilerimiz, sadece ibadetlerimizin değil, aynı zamanda tarihimizin, edebiyatımızın, örf ve adetlerimizin, kültürümüzün iç içe geçtiği merkezlerdir.”
Ayet, Hadis ve ardından okunan paragrafta ifade edilenlere kim ne diyebilir? Camiler Peygamber Efendimiz zamanında elbette bu özellikleri taşıyor; bir sıcak yuva, dertlere derman olan bir umut kapısı, bir kültür ocağı, bir okul, bir ilim merkezi olarak hizmet veriyordu. Ancak İslamiyet’in içine tefrika, ayrılıklar sokulmaya başladıktan sonra Müslümanlar adeta ilgili Ayet ve Hadis-i Şerif’in hilafına bir anlayışa büründüler.
Yine hutbe metnine dönelim:
“Yeme-içme, alış-veriş bizler için ne kadar gerekli ve anlamlı ise camilerimizi hayatımızın merkezine almak da o kadar gerekli ve değerlidir. Zira camiler, hayatın günlük telaşı içinde kendimizi dinleyebileceğimiz, kubbeleri altında Rabbimize kulluğumuzu arz edeceğimiz müstesna yerlerdir. Müslümanlar olarak kardeşliğimizi pekiştirmeye, birlik ve beraberliğimizi sağlamlaştırmaya vesiledir. Her türlü benlik duygusundan arınarak bedenlerimizle beraber gönüllerimizi de birleştiren mübarek mekânlardır. Hepimiz için cami, kimi zaman huzur ve sükûn, kimi zaman da umut ve teselli kaynağıdır.”
Olması gerekenleri anlatmak çok güzel tabii. Ama neden öyle değil, neden öyle olmuyor? Nerede ve neden hata yapılıyor ve yapılan hatalardan neden dönülmüyor? İşte bütün mesele bu!
Aslında Diyanet işin farkında olmalı ki hutbede şu ifadelere de yer verilmiş:
“Ne hazindir ki yalnızlaşma ve yabancılaşma illetine düçar olduğumuz günümüzde camilerimiz, şehrin merkezindeki konumunu her geçen gün kaybetmektedir. Oysaki bizleri tıpkı bir anne şefkatiyle saracak yegâne mekânlar camilerimizdir. Yorgun ruhlarımız camilerde dinlenecek, maneviyatımız camilerde güçlenecek, anlam arayışımız camilerde cevap bulacaktır.”
İşte tam da bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendi kendini sorgulaması gerekiyor ya da biz yıllardan beri Diyanet’i bu noktaya getirmeye çalışıyoruz. Ümit var mı? Yok! Çünkü günden güne önemini kaybeden, meydanı cahil, cühela, hurafeci şaklabanlara bırakan, adeta siyasete teslim olmuş durumda olan bir kurumdan şahsen hiç ümitli değilim. Diyanet kuruluş amaçlarına ve yaygın deyimi ile “Fabrika ayarlarına” dönmedikten sonra da ümitvar olmam mümkün değil.
Çünkü!..
Ne yazık ki özellikle son yıllarda camilerin siyaset konuşulan yerler haline gelmesi, cami içlerinde bile siyasi toplantılar yapılması, siyasi partilerin cami avlularında aşure dağıtımı gibi bazı faaliyetlerde bulunmaları, bazı imam ve vaizlerin siyasi nitelikli toplantıları duyurması, müftülerin bu konuda yazı çıkarması, minarelerden anons edilmesi, seçimler yaklaşırken camilerin yakın çevrelerinin siyasi parti afişleri ve adayların posterleri ile donatılması insanları cemaatten uzaklaştırdı, Öyle ki, Cuma namazlarına gidişler bile azaldı. Siyasi yorumlara açık vaaz ve hutbelerden dolayı Cuma günü yalnızca namaz vakti içeri gidenlerin sayısı da giderek artıyor. Yolsuzluk, rüşvet söylentilerinin ayyuka çıktığı, bazı Bakan, Milletvekili ve bürokratların adlarının geçtiği dönemlerde bile hutbe ve vaazlarda bu konulara hiç girilmediği gibi, yer veren basın yayın organları ile sosyal medya “dedikoduculukla” itham edildi. Bu itham yapılırken rüşvetin, yolsuzluğun haram ve günah olduğu, hele de devlet millet malına karşı yapılıyorsa daha büyük vebali olduğu ifade edilebilirdi ama yapılmadı, yapılamadı. Keza dinimizce lüks ve israf haram olduğu, devlet kurumlarında, yönetici mevkiinde bulunanlarda lüks, israf ve şatafat alıp başını gittiği halde bu konulara hemen hiç girilmedi ya da üstün körü geçiştirildi. Söylenenler de zaten vatandaşın israf etmemesine yönelikti. Oysa bir vatandaş ya da bir aile israf ediyor, lüks içinde yaşıyorsa zararı daha çok kendilerinedir ve sınırlıdır. Devlet kurumlarının yaptığı israf ise bütün milleti ilgilendirdiği için yıkım getirir ve milletimizin geleceğini ipotek altına alır.
Din, insanları yalnızca Ahirete hazırlamak için gönderilmemiştir. Hutbelerle vaazlar, her olumsuzu “Dış güçler”e bağlayan siyasi kolaycılıklar gibi habire “Yahudi ve Hristiyanlarla” ilgili ayetleri anlatıp işin içinden sıyrılma vasıtaları değildir. Bugün İslam âlemi tamamen tüketici, hazır yiyici bir toplum durumundadır olup o Yahudi ve Hristiyanların üreterek pazarladıklarını kullanmakta, onlara oluk oluk paralar akıtmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de ve Hadis-i Şeriflerde ilimle ilgili pek çok buyruk olmasına, “Akletmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz” diye sorulup durmasına rağmen hutbe ve vaazlarda insanlar ilme, araştırmaya, akledip düşünmeye niye teşvik edilmiyor? Cemaate, İmam Hatip okulları için bilgi verilip çocuklarını kaydettirmeleri söylenirken Endüstri Meslek Liseleri, Teknik okullar göz ardı edilmektedir. Bu doğru değildir. Camiler ve din görevlileri kendileri de Batı Dünyası’nın ürettiği teknoloji eseri elektronik vb aletleri fazlasıyla kullanıp dururlarken Türk çocuklarını ve ailelerini bu konuda ilim yapmaya ve üretim konusuna niye teşvik etmezler? Diyanet İşleri Başkanlığı çeşitli vesilelerle temalı programlar düzenlediğine göre insanları Pozitif İlimler konusuna yönlendirecek programlar da yapmalı, yapabilmelidir.
“Camiler Haftası”nda ya da hafta sınırlarına bağlı kalmadan, kalınmadan Diyanet İşleri Başkanlığı ile İlahiyat Fakülteleri’nin kendi kendilerini sorgulamalarını gerektiren çok ama çok önemli bir konu daha var: Araştırmaların ortaya koyduğu, herhangi bir araştırmaya gerek kalmadan da fark edilebilen “Güvensizlik” durumu!
30 yıl önce yapılan kamuoyu araştırmalarında din görevlileri güvenilirlik açısından ilk sıralarda çıkarken bugün niye son sıralara geriledi acaba? Dini referanslı bazı dernek ve vakıflardaki taciz, tecavüz ve yolsuzluk haberleri, “dindar” geçinenlerin lüks, israf ve şatafata meyletmeleri, hak, hukuk, adalet anlayışının körelmesi ve ahlâki zafiyete düşmeleri ayan beyan ortada. O halde kitaba göre konuşarak vatandaşa verilmeye çalışılan öğütler öncelikle Diyanet camiasına yöneltilmeli ve din görevlileri “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” durumundan kurtarılmalıdır. Onlar kendilerini siygaya çekip sorgulamazlarsa benim gibi birileri ortaya çıkar ve Yunus Emre’yi siygaya çeken “Molla Kasım” misali sorgulayıverirler.
Onun için ey Diyanet Camiası ve ey İlahiyat Akademiyası! Şu paragrafı yazıp çerçeveleterek başucunuza asın ki kendinize çekidüzen veresiniz: “Ey Hoca! Eğri büğrü söyleme, lafı eveleyip geveleme ve her ne olursa olsun hakikati dile getirmekten çekinme. Bunu yapmazsan seni siygaya çekerler de toplum içine çıkamazsın!..”
Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan beklenen, bu konularda cesaretli olması ve Kur’an ne diyor, dinimiz neyi emrediyorsa çekinmeden ifade ederek -Diyanet ve İlahiyat Fakülteleri yetersiz kaldığı için- milleti adeta esir alan hurafeciler ve şeyh bozuntuları ile mücadele etmesi, edebilmesidir. Cami avluları ve hatta iç mekânları dedikodu kaynar, kaynatılır hale geldi. Diyanet’in ve siyasilerin tutumundan dolayı imamlar adeta siyasi birer figür gibi görülmeye başlandı. Cami cemaati bu yüzden de gittikçe azalıyor. Tam da bu noktada, Tevbe Suresi’nin 107, 108, 109 ve 110. Ayetlerinde geçen ve Peygamber Efendimiz zamanında vuku bulan Mescid-i Drar (Zararlı Mescid) hadisesini hatırlamadan geçemiyorum. Belki “Ne alâkası var” denebilir ama İslamiyet Cihanşümul, Kur’an-ı Kerim bütün çağları kucaklayan bir Allah buyruğu olduğuna göre o ayetlerden alacağımız ders yok mudur? Keşke Diyanet İşleri Başkanlığı ve “Din uleması” sıfatı verilenler, hutbenin başına alınan Tevbe Suresi 18. Ayet gibi, camilerin giderek merkez olma özelliğini yitirmesi tespitinden yola çıkarak aynı surenin 107, 108, 109 ve 110. Ayetlerini de hatırlayıp bu konuda kendilerinin de sorumlulukları olduğunu hatırlayabilseler!
“Binasını Allah'a saygı ve O'nun hoşnutluğunu kazanma temeli üzerine kuran mı daha iyidir yoksa binasını kaymak üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan mı? Allah kötülükte ısrar eden kimseleri doğru yola iletmez.” (Tevbe, 109)
Onların kurduğu bina, yürekleri paramparça olmadığı sürece içlerinde bir huzursuzluk kaynağı olmaya devam edecektir. Allah bilen ve hikmetle yönetendir." (Tevbe, 110)
İhtiyaç duyulan yerlerde cami yapmak, yaptırmak ve imar etmek iyidir, güzeldir, hoştur, faziletlidir ama son yıllarda örneklerine çokça rastladığımız gibi gösteriş için yapılıyorsa, aynı sokağın iki yanına birer cami konduruluyorsa, “Bizim caminin minaresi falan caminin minaresinden yüksek olmalı” mantığı ile hareket ediliyorsa ne olacak? Bunun dinde yerinin olmadığı açık ama niye, niçin, neden böyle oluyor? Bir de, yaygın kanaate göre bazı camilerin devletten ihale alan müteahhitlere yaptırıldığı söyleniyor. Eğer öyle ise o caminin yapana da yaptırana da hayrının olmayacağı kanaatindeyim. Hayır işi bir gönül ve ihlas işidir. Araya menfaat girince ne gönül kalır ne de ihlas!
Allah camilerimizi ve insanlarımızı bu durumlara düşmekten korusun!