“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır,

Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

M. Kemal ATATÜRK

“Halkın doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi” olarak tanımlanan Cumhuriyet insanlığa yakışan, insana insan olarak değer veren bir anlayıştan doğduğu için öteki bütün yönetim biçimlerinden önde geliyor.

Ancak adına “insan” denen bu olağanüstü yaratık “ego”sunu/“nefsini” her zaman ve her yerde önde tutmayı çok iyi başardığı için bu güzel ve en ideal yönetim biçimini bile keyfince yorumlayıp keyfince kullanabiliyor.

Yeryüzünde güya “Cumhuriyet”le yönetilen o kadar ülke ve millet var ki evlere şenlik...

Türkiye Cumhuriyeti Devleti yani bizim devletimiz de cumhuriyetle yönetilen devletlerden biri. Biz bu yönetim biçimine 29 Ekim 1923’te geçtik. Türkiye’deki ortalama insan ömründen biraz daha uzun bir süreden beri, 95 yıldır Cumhuriyetle yönetiliyoruz.

Devletlerin ömürlerinin uzun olacağı düşünülerek Türkiye Cumhuriyeti için genelde “Genç Cumhuriyetimiz” tabiri kullanılsa da 95 yıllık insan ömrünü düşündüğümüzde artık gençlik yılını geride bıraktığını söyleyebiliriz.

Aslında biz öyle yeni yetme bir devlet falan da değiliz. Dünyanın en köklü, en tecrübeli milletlerinden biriyiz. Asırlarca cihana hükmettik. Her dilden, her dinden milletler bizim egemenliğimiz altında huzur içinde yaşadılar. Kısacası insan yönetimini biliyoruz, bilmemiz gerekiyor. Belli bir alt yapımız, belli ve zengin bir kültürümüz, geleneklerimiz var. Onun için yeni bir yönetime geçsek de emekleme devresini erken atlatmamız gerekir. Daha doğrusu ge-re-kir-di!

Ama öyle olmadı...

Çünkü görüyor ve biliyoruz ki devletimizin kurum ve kurulları henüz yerli yerine oturmuş değil. Bunları yoluna koymak varken ve mümkün iken Akifçesine bir ifade ile “Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmeler” yüzünden özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki başarı sürdürülemedi. Düşünebiliyor musunuz; 1924 yılından Atatürk’ün vefatı olan 10 Kasım 1938’e kadar geçen 14 yıl içerisinde 50’ye yakın tesis kurulmuş ki bunların 40’tan fazlası da fabrika! O dönemde, Atatürk’ün deyimiyle “Az zamanda çok ve büyük işler” yapılmasına rağmen geçen zaman içinde performans düştükçe düştü. Bugün de, zengin babanın mirasyedi evlatları gibi o fabrikaların hemen hepsi satıldı, bazılarının yerlerine de rantiye blokları ve AVM’ler dikildi. Yalnız bununla da kalınmadı tabii. Devletin kurum ve kurulları da amaçlarından saptırıldı.

Meselâ bugün Türkiye’de eğitim sistemi hâlâ oturmadığı gibi özellikle son yıllarda yap-boz tahtasına döndürüldü. Sağlık ve sosyal güvenlik konuları tam anlamıyla çözüme kavuşturulamadı. Hukuk alanında bitmek tükenmek bilmeyen sıkıntılar var. Sanayileşme hamlesi bir türlü tamamlanamadı, tarımda modernizasyon gerçekleştirilemediği gibi gittikçe geriye gidildi ve tarımsal üretimde bir zamanlar dünyanın ilk yedi ülkesinden biri olan ülkemiz, şimdi gıda maddelerinin önemli bir bölümünü dışarıdan almak zorunda kalıyor. Türkiye akaryakıt, doğalgaz ve elektriği en pahalı kullanan ülkelerin başında geliyor. Son yıllarda yatırımlar büyük ölçüde durmuş, yukarıda da örneklediğimiz gibi Cumhuriyetin önemli kazanımlarından olan pek çok fabrika satılmış ve yerine yenileri konulamamış, üretim yapılamaz olmuştur. Dolayısıyla devletimiz ve milletimiz giderek yoksullaşmakta, dengeler iyice bozulmaktadır.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi “Avrupa Birliği” konusu “muamma” olmaya devam ediyor. Güneyimizde bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarla terör belası peşimizi bırakmıyor. Hal böyle olunca Türkiye iki arada bir derede ne yapacağını bilemez bir durumda bocalıyor. Amerika sözde “Stratejik Ortağımız” ve onunla birlikte biz de Suriye Devleti’ne düşman olduk ama o “stratejik ortak” göz göre göre bize karşı olan bütün terör örgütlerini silahlandırıyor, eğitiyor. Diğer taraftan Rusya Suriye Devleti ile dost ama biz onunla da iş tutuyoruz ve bize saldıran terör grupları tıpkı Amerika gibi Rusya’nın da koruması altında. Yani böylesine garip bir durum var.

Olup bitenlerin “suçlusu” elbette Cumhuriyet değil…

Sonuçta Cumhuriyet’in kurum ve kurullarıyla kutsal bir mefhum olarak bildiğimiz devleti insanlar yönetiyor, insanlar işletiyor. Başta, bir türlü istikrarı sağlayamadığımız siyasî irade ya da “iradeler” var. En “uzun ömürlü” tek başına iktidarı, en“uyumlu” koalisyon hükümetlerini kursak da hep kendimizi oyalıyoruz. Günümüzde olduğu gibi “tek başına iktidarlar” da zaman içinde dirençlerini, hizmet aşklarını kaybederek popülizme, günü kurtarmaya ve geleceği unutmaya başladığı için kaybeden hep millet oluyor. “Güzel şeyler olacak” diye sistem değiştiriliyor; adı “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olsa da dünyada pek benzeri olmayan bir “Başkanlık Sistemi” oluşturulsa da sonucunun iyi olacağına dair henüz bir işaret görebilmiş değiliz.

“Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da hâkimiyet-i milliyedir. Yalnız bir makam vardır: O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.”

Bu sözler Atatürk’e ait ve 95 yıl önce, Cumhuriyet’in ilan edildiği günlerde söylenmiş. “Hâkimiyet-i milliye” yani milletin egemenliğinden söz ediliyor. Cumhuriyet yönetiminde olması gereken bu. Ancak geçen zaman içinde bunu ne kadar sulandırdığımız da ortada. Gelenlerin keyfi için çıkarılan ve arzuya göre değiştirile değiştirile kuşa çevrilen Seçim Kanunları, hem gelenin hem gidenin keyfine keyif katan Partiler Kanunu, tüzükler, yönetmelikler “millî irâde”ye ipotek koymuş, bu yetmiyormuş gibi bir de icraya vermiş durumda. Biz ise çaresizlik içinde seyrediyoruz. “Şef çok, Kızılderili yok” misali“liderler sultası” var, “parti disiplini” var ama özlediğimiz, beklediğimiz “demokrasi” ve elbette ki kalkınma, refah bir türlü gelmiyor. Neden?

“Bu memlekette çalışmak isteyenler, bu memleketi idare etmek isteyenler memleketin içine girmeli, bu milletle aynı şartlar içinde yaşamalı ki ne yapmak lâzım geleceğini ciddî sûrette hissedebilsinler.”

Teşhis, Atatürk’ün bu sözlerinde gizli. Milletten kopuk milletvekilleri ve onların oluşturduğu parlamento, onların içinden çıkan iktidarlar, yönetimler, onların oluşturduğu bürokrasi v.s.

Evet... Cumhuriyetimiz 95 yaşında ama biz henüz bir yaşında imiş gibi çalışmak ve işe dört elle sarılıp geçen zamanı telafi etmek zorundayız. Sözü yine Atatürk’e bırakalım:

“Yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak... Toplumsal hastalıklarımızı tetkik edersek temel olarak bundan başka, bundan mühim bir hastalık keşfedemeyiz; hastalık budur.

O halde ilk işimiz bu hastalığı esaslı surette tedavi etmektir, milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun tabiî neticesi olan refahla mutluluk yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.”

İşte lider, işte teşhis ama giderek tembelleş/tiril/en bir millet olduk. Hoş ve boş işlerle oyalanıyor, yalnız Konya ilimiz kadar hacmi olan ve doğru dürüst güneş yüzü bile görmeyen, meşhur tabire göre “ateş olsa cürmü kadar yer yakacak” olan Hollanda’nın hem tarım ve hayvancılığına hem de sanayi ürünlerine muhtaç oluyoruz. Başka söze, misale, yoruma ihtiyaç var mı?

Oysa Büyük Atatürk’ün dediği gibi “Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcut” idi ve tarih boyunca bunu dosta da düşmana da kabul ettiren bir millettik; tembelleşerek kendi kanımıza ihanet ettik.

Kısacası, “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyerek üzerimizdeki ataleti atıp yeniden harekete geçmek zorundayız.

Cumhuriyetimizin 95. Yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve yakın çalışma arkadaşlarına Allah’tan rahmet diliyorum. Onların ruhları şad, mekânları Cennet, Cumhuriyetimizin de 95. Yılı kutlu olsun.