Bilge Kağan’dan, hatta çok daha öncesinden beri Türk tarihinin her döneminde ülkücüler olmasına rağmen ülkücü bir kimliğin oluşmadığı, hele hele bir tâbir olarak siyasî ve kültürel literatüre girmediği bir dönemde, o yılların en gözde gazetelerden biri olan Tercüman’da yazmakta olan Galip Erdem’in 1961 yılında “Ülkücünün Çilesi” başlığı altında yazdığı satırlar ibret vericiydi:
“…Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Daimi bir mücadele içinde ömür tüketirler. Hemen herkesle, her şeyle zaman zaman çatıştıkları görülür. Arkadaşları ile aileleri ile hatta sevdikleri ile… Belli bir ülkünün esaslarından ziyade politikanın değişen icaplarına uymayı tercih eden kudret sahipleri ile de sık sık ihtilafa düşerler. Çok defa başları belaya girer; gene de sinmezler. Bu halleri ‘kalabalık’a göre, ‘uslanmamak’tır; kendilerine göre de ‘yılmamak.’”
“Ülkücü, dünya nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki nasibi olsun. Bir lokma, bir hırka ona yeter. Paraya karşı o kadar müstağnîdir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlayamaz. Kendi zevkleri dışında zevk tanımayanların gözünde ‘zevksiz’ bir adamdır! Küçümserler onu. Hayatı anlamamakla, üç günlük dünyanın hakkını vermemekle itham ederler. O, böyle davranışlara hiç önem vermez. Elverir ki, inandığına dokunulmasın!”
Yazı böylece uzar gider… Daha sonraki gelişmelere bağlı olarak Ülkü Ocakları, Ülkücü Gençlik Derneği, Büyük Ülkü Derneği, Türk Ülkücüler Teşkilatı gibi adlar altında bir araya gelip Türkiye sathında teşkilatlanan ülkücü gençler hep bu anlatılanlar gibi yaşamışlar ve daima çileye talip olmuşlardır. 12 Eylül Tufanı’na ve o tufanla gelen mahkemelerin sonuçlanmasına kadar da bu anlayış devam etmiş, menfaate dayalı duygular ülkücüler arasına girememiştir.
12 Eylül zindanları ülkücüler için birer çilehane ve yaşanan süreç tam bir imtihan dönemi oldu. Beş yüz küsur sanıklı davada, 220 kişi idamla yargılanıyordu ve Galip Erdem’in ifade ettiği gibi, “Başları belaya girdiği halde sinmiyorlardı.”
Bu konuda romanlar yazıldı, hatıralar anlatıldı, toplantılar yapıldı. Galip Erdem öngörüleri kuvvetli olan bir dava adamı idi. 1950 yılında, İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi iken düştüğü hapishaneden babasına yazdığı mektubun bir yerinde şöyle diyordu: “…Bir gayem vardır. Hayatım, bu gaye uğruna yapacağım mücadeleler arasında geçecektir. Gayem, tahmin edebileceğiniz gibi, giderek tereddi eden millet sevgisi, din duygusu, ahlâk mefhumu gibi kıymet hükümlerini gittikçe kaybeden cemiyetimin bu durumuna karşı olacaktır. Bu yönde çalışmak bugün için iyi görülmektedir. Yarın vaziyet değişebilir ve memleketini düşünenler mahkûm dilebilirler…”
O, tam otuz yıl öncesinden adeta 12 Eylül 1980’i tarif ediyordu. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası, “memleketini düşünenlerin” mahkûm edildikleri bir dava idi ve o davanın idamla yargılanan sanıklarından biri de Recep Küçükizsiz’di. Küçükizsiz, önce, ülkücü şehitleri tespit için yaptığı araştırmaları “Bu Davaya Can Verenler” adıyla iki cilt halinde yayınladı. Ardından, ülkücülerin hayatını konu alan ve kısa hikâyelerden oluşan “Şehitler Ölmez” kitabını, ondan sonra da “Kalemimden Kan Damlattım” isimli eserini yayınladı.
“Kalemimden Kan Damlattım” isimli eseri için yazdığım yazıda, “Askerlikte mantık yoktur saçmalığını gerçeğe dönüştüren 12 Eylül ya da Kenan Evren kafasının zulmüne uğrayan bir yiğit adam” olarak tanıttığım Recep Küçükizsiz, “Ülkücülük Suçu”ndan dolayı üç defa hapse girdi. Alparslan Türkeş’le birlikte idamla yargılanan 220 ülkücüden biri idi. İki idam, bir müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 11 yılı aşkın cezaevinde yatı ve hapiste iken İktisat Fakültesi’ni bitirdi. 1991 yılında, “Şartlı Salıverme Kanunu” gereğince serbest bırakıldı ise de, Yargıtay’ın aldığı “Her idam cezası için on yıl yatması gerektiği” kararı üzerine yurt dışına gitmek zorunda kaldı. 2000 yılında çıkarılan ve kamuoyunda “Rahşan Affı” olarak bilinen düzenleme ise MHP iktidar ortağı olmasına rağmen her ne hikmetse ülkücüleri içine almıyordu. O sıralarda kulaktan kulağa yayılan, “Cezaevlerindeki üç beş çapulcu için hükümeti bozamam” cümlesi ülkücü mahkûmlarla ailelerini can evlerinden vurmuştu. Demek ki çile bitmemişti ve sürgün hayatı devam edecekti. İltica ettiği Almanya’da da boş durmadı ve Avrupa Türk Federasyonu’nda görev aldı, çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Ayrıca, “Yusufiyeliler Hareketi”ni başlatarak 12 Eylül ve Rahşan Affı mağdurlarının sesi oldu.
2011 yılında zaman aşımı dolunca yurduna döndü ancak Almanya’da da bir işi vardı ve sık sık gidip geliyordu. Birkaç yıl önce ben de ülküdaşlarımızın daveti üzerine gittiğimde Dortmund’da Recep Bey’in misafiri olmuştum. Şimdi İstanbul’a dönüş yaptıysa da bir ayağı yine Almanya’da.
O, eli kalem tutan biri idi. Yukarıda sıraladığımız eserleriyle kalmadı. Yıllarca yurt dışında kaldığı için oralarda kaçak olarak bulunanlarla işçi, öğrenci olarak çalışanların çektikleri çileleri de biliyordu. Orada ve burada yaşananları, kendi çektiklerini harmanlayarak “Ülkücülerin Çilesi” kitabını oluşturdu. Önce “Avrupa’daki Ülkücülerin Çilesi” olarak yayınlanan kitap yurt dışında büyük ilgi gördü, şehirden şehire dolaşılarak imza kampanyaları düzenlendi. Türkiye’de “Ülkücülerin Çilesi” adıyla yayınlanan kitap imzalı olarak on gün kadar önce evimize geldi ve okuduktan sonra bu satırları yazıyorum. Küçükizsiz, 12 Eylül’ün zulüm ve şehadet hikâyelerini anlattığı “Kalemimden Kan Damlattım” isimli eserini, mahpusluk ve sürgün yıllarında en büyük çileyi çeken anacığına ithaf etmişti. Bu son kitabını da, yurt dışında kalmaya mecbur olduğu dönemlerde vefat eden babası ile benzer acıları yaşayan başka babalara ithaf etmiş.
Klasik bir söyleyiştir, “Allah başka acı göstermesin” denir ama ülkücülerin çilesi bitmiyor, bitmez. Son yıllarda da ülkücüler büyük sıkıntı içindeler. Milli değerlerden kopuş, Andımızın yasaklanması, Atatürk adının unutturulmaya çalışılması, Türklük kavramının içinin boşaltılma gayretleri, siyasetteki darmadağınıklık, ülküdaşlar arasındaki kopukluk her birini ayrı ayrı üzmüş ve adeta infial noktasına gelinmiştir.
Bürokraside görev almaya ehillik, akademik alandaki potansiyel, yetişmiş insan gücüne sahip olma bakımlarından en verimli çağda olunmasına rağmen ülkücü kadroların devlet kademelerinde adeta itilmiş kakılmış durumda olması elbette camiayı üzüyor, kırıyor, darıltıyor. Buna rağmen terörle mücadelede, vatan savunmasında, yurt dışı cephe görevlerinde “Kızılelmaya hey Kızılelmaya” diye koşarak, coşarak gidenler yine ülkücüler.
Her şeye ve her şarta rağmen bu fedakârlığı gösteren ülkücüler elbette kimseye boyun eğip himmet bekleyecek değiller. Ancak bu kadrolar tamamen darıltılıp dışlanır da Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun unutulmaz karakteri Turhan gibi çıldırma noktasına gelirlerse devlete de millete de yazık olur. Çünkü ülkücüleri en çok üzen, “inandıklarına dokunulması”dır!