Bir küçük hikâye anlatayım; sonra büyük hikâyeye geçelim.
Oturduğum sitede basit zannettiğim bir hâdise yaşadık. Akl-ı evvel bir hanım, bahçelerimizde 2 metrelik kısımların ortak alan olduğunu dillendirdi. “Ne saçmalıyor?” diye umursamadık fakat bir arkadaşımın îkâzıyla uyandım. “Ne yap yap, bu mesleyi açığa kavuştur. Ortaya bir laf atılır; yarın birgün göçer gidersin, çocuklarının torunlarının başı ağrır.” dedi.
“Nasıl yâni?” diye meseleyi kurcalayınca gördüm ki her zaman söz uçup, yazı kalmıyor.
Elbette, kuru gürültüye pabuç bırakmadık. Siteyi yapan firma, “Rahat olun. Oturduğunuz yerlerin her karışının bedelini ödediniz.” dedi. Fakat bu aklı-ı evvel hanımdan ziyâde, bahsi geçen konu kendisini de bağlayan insanlara hayret ettim. Bedelini ödedikleri mülklerini savunmak şöyle dursun, iddiâ sâhibini destekleyenler oldu.
Basit gibi görünen ama hiç de basit olmayan bu hikâyeyi büyütelim ve milletlerin târihini nasıl etkilediğine bakalım. Tekrara kaçacağım için kusuruma bakmayın. Kaleminden zehir saçanlar boş durmayınca tekrar tekrar yazmak gerekiyor. Tâ ki o kalın kafaları alana kadar.
Yahudilerin Filistin topraklarını işgal etme süreci, işgalden bir asır evvel Filistin topraklarının boş gösterilmesi algısının oluşturulmasıyla başladı. Şükrü Hanioğlu’nun bir makalesinde yazdığına göre, bir toprağın boş, yâni halksız gösterilmesi, ilk sâhiplerinin yerleşmesine meşrûiyet sağlıyor.
Aynı algı operasyonu, Çanakkale için de yapıldı. Şükrü Hoca’nın ifâdesine göre, Lloyd George, 1. Dünya Harbi sonrasında Küçük Asya kıyılarına yeniden Antik Yunan ve Romalıların torunlarını yerleştireceğini söylerken bölgede çoğunluğu oluşturan Türk nüfûsun buna i’tirâz etmeye hakkı olmadığını varsayıyordu.
Roman ve sinema hileleriyle Çanakkale’nin Antik Yunan’a bağlanma oyununu defalarca yazdım. Allahın yardımıyla bu oyunlar bozuldu ve “Çanakkale bizim!” dedik. Fakat elin oğlu ve Truva atları vazgeçmiyorlar.
Günümüzde bir yere ya da bir topluluğa girip onlardanmış gibi görünerek zarar veren kişiler için kullanılan “Truva Atı” ifâdesinin mâzisi çok eski. 3000 yıl önce Truva Savaşı’nda ortaya çıktı. M. Ö. 12 asırda Truvalılar ile Akalar arasında yapılan savaş, on yıl sürdü ve Akalar, savaş atı hilesiyle Truva’yı ele geçirdiler. Bu zaferi, Yunan şâiri Homeros destanlaştırdı ve Batı medeniyetine şöyle bir mîrâs bıraktı:
“Cephede yenemediğiniz Doğulu halkları, hile hurdayla içeriden çökerterek yenebilirsiniz. Çünkü zeki değiller. Hileye, çok kolay inanırlar.”
Truva Atı, Birinci Dünya Savaşı’nda dirildi ve yine savaş hilesi olarak kullanıldı. 25 Nisan 1915 sabahı Seddülbahir sâhiline yapılan çıkarmada River Clyde isimli eski bir kömür şilebi, Truva Atı olarak kullanıldı. River Clyde’ın içine gizlenen askerler, sâhilde Truvalıları değil, Türkleri buldular. At hilesi, işe yaramadı.
Antik Truva şehrinin bulunduğu Çanakkale’ye 1973 ve 2004 yıllarında iki adet Truva Atı maketi dikildi. Birincisi, ülkemizde inşâ edildi. İkincisi, Troya filminde kullanılan maketti. Düşünsenize, Doğulu halkların aptallığının sembolü olan atlardan iki adet diktik ve bununla övünüyoruz.
Hadi bunlara maket deyip geçelim. Peki içimizdeki Truva atlarını ne yapacağız?
2018, Truva yılı i’lân edildiğinde canım çok sıkıldı. “Turizm için yapılan bir hamle. Büyütecek ne var?” diyenler oldu.
Dün, Sabah yazarı Hilâl Kaplan, “Kültürel mirasımıza körlüğümüz sürecek mi?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Başlığı görünce, “Nihâyet Amerikan hayranlığı bitti.” diye tıkladım. Gözlerime inanamadım. Eski hastalık nüksetmiş. Neydi eski hastalık? Taraf’da yazdığı yıllarda Türk târihine ve Türk kültürüne haset etmek. Çanakkale Zaferi yıldönümünde tek bir kere şehidlerimizi rahmetle anmayıp, “Masalsı anlatım” diyerek zaferi tahfif etmek. En mühimi, her 24 Nisan’da Çanakkale kara savaşları zamanında soykırım yazılarıyla bu zafere gölge düşürmek.
Bu oyun da bozuldu ama bitmiyor ki. Durup dururken bu yazı nereden çıktı?
Turizm bahânesiyle yazdığı şu satırları buyurun okuyun:
“2004'te çekilen, başrolünde Brad Pitt'in olduğu, Hollywood yapımı Truva filmi ile Truvalılar geniş bir kitlenin hafızasında yer edindi. Kitabın kaynağı olan İlyada Destanı, yazılı tarihin ilk destan şiiri olarak kabul edilir. Truvalıların yaşadığı bölgeye Yunanca İlyon denirdi ve dolayısıyla İlyada, "Truva ile ilgili her şey" anlamına gelir. Düşünebiliyor musunuz; dünya tarihinin en bilinen ilk ve en ünlü yazılı destanına konu olan ve adını veren, destana göre Paris'in Helen'i kaçırdığı, Aşil'in topuğundan vurulup düştüğü ve elbette Truva atıyla içerden çökertilen bir medeniyetin olduğu topraklar üzerinde yaşıyoruz ama bunu dünyaya anlatamıyoruz. 1998'de UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınan Truva hakkında etkileyici bir video çalışması bile çok şey değiştirebilir kanaatindeyim. Truva ile Türkler arasında kurulan bağların da anlatıldığı, Fatih Sultan Mehmed'in vakanüvisi Kritovulos'un yazdığı Fatih'in Truva hakkındaki sözlerine de yer verilen bir tur da ilgi çekici olacaktır. Kültür turizminden pek de nasibini alamayan illerimizden Çanakkale'ye yılda 10.000 turist fazla gelse dahi şehir ekonomisine büyük etki eder.”
Gelsin gelsin, her yıl on binlerce turist gelsin! Şehidlerin huzûrunda yapılan rezilliklerin ne önemi var? Yeter ki para gelsin! Truva ile Türkler arasında bağlar da kurulsun! Truva öne çıksın, Çanakkale unutulsun!
Abartıyor muyum? Devâm ediyor, Hilâl Hanım:
Ya da Hititleri ele alalım. Hititçe'nin bilinen en eski Hint-Avrupa dili olduğunu biliyor muydunuz? İngilizce, Almanca veya Fransızca'nın çıktığı dil grubunun babası olan dil, bu topraklardan çıktı. ….Ötesi, antik Yunanlıların inandığı Zeus ve antik Romalıların inandığı Jüpiter'in kaynağını oluşturan mitolojik 'tanrı', Hititlerin inandığı 'Fırtına Tanrısı' idi. Dahası, Hititler, Eski Ahit'te bahsedilen milletlerden biriydi.
Tüm bu noktaları vurgulayan bir tanıtım çalışmasıyla Hitit Medeniyeti kalıntılarının yanı sıra Roma ve Bizans döneminden de heykeller ve mezar stelleri barındıran Çorum'daki Arkeoloji ve Etnoğrafya Müzesi'nin ihya edildiğini düşünsenize...”
Düşünemiyorum! Düşünmek istemiyorum!
Târih okumuş birisi olarak, Truva’nın, Hititlerin önemini elbette biliyorum ama kültür mîrâsımız olarak ısrarla öne çıkarılma gayretini anlayamıyorum.
Çanakkale Zaferi’ni tahfif ederek Batı medeniyetine öykünme bitti, -her ne kadar yemesek de- yerli ve millî söylemler başladı derken ve dahî Cumhurbaşkanı Erdoğan Malazgirt’e gitmesine sevinirken bu zırvaların başlaması, aklıma tek bir soru getiriyor:
Bu yazılar, niye yeniden başladı? Doların düşmesi için ne bedel ödeyeceğiz?
Bir asır evvel bu memleket işgal edildiğinde Kara Fatmalar, ellerine kazma kürek alıp savaştılar. Robertli Hâlide ise eline kalem alıp Amerikan mandasını savundu. Ne çâre ki zaferden sonra kahraman oldu.
Yaklaşık bir asır sonra bir 15 Temmuz gecesi, elinde silah olmayan Kara Fatma’nın torunları, canlarını verdiler. Amerikancı Hâlide misâli Truva atları ise kahraman oldular. FETÖ’yü öve öve yer tuttular. Şimdi söve söve yerlerini koruyorlar.
Bu Truva atlarının şunu iyi bilmesi gerekiyor.
İsteyen, istediğiyle bağ kurabilir. Bizim soyumuz sopumuz belli. Bu topraklar, bilhassa Çanakkale, Malazgirt kapılarından girenlerin torunlarına âittir.
Her karışın bedeli de kanla ödendi, dolarla değil!