Ali Bulaç ülkemizin yetiştirdiği fikir ve düşünce adamlarından biri olarak tanındı. Onlarca kitap yazdı. FETÖ’nün yayın organlarına geçmeden önceki kitapları daha çok Radikal, muhafazakar siyasal İslamcılar tarafından takip edildi. O dönemlerde yazdığı kitaplarda İslam’ın bir hayat nizamı olduğu, bunun gerçekleştirilmesi içinde İslam’ın devlet talebinin şart olduğunu dile getirdi.
Çağdaş düzenlerin İslam’la olan karşıtlığı üzerine güzel eserler verdi.
Ancak FETÖ medyasıyla tanışınca fikir ve düşüncelerinden büyük kaymalar yaşadı. Önceleri “İslam’ın devlet talebi vardır” derken Aksiyon dergisinin yaptığı bir röportajda “İslam’ın bir devlet talebi yoktur.” Gibi garip fikirlere imza attı. FETÖ’nün yayın organı Zaman gazetesi ve Aksiyon dergilerinde yazmanın yanında yapının televizyonlarında da çeşitli programlar yaptı. Bunun yanında Fatih Üniversitesi'nde ders verdi.
Hükümetin FETÖ ile mücadeleye başlamasından sonra da tavrını değiştirmedi ve çalıştığı medya organları neyi savunuyorsa o da onları savundu.
Ali Bulaç, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladı.
15 Temmuz 2016'da gerçekleştirilen askerî darbe girişimine ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında hakkında gözaltı kararı çıkarıldı ve. 31 Temmuz 2016 tarihinde çıkarıldığı Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliğince silahlı terör örgütü üyeliği suçlamasıyla tutuklandı. 650 gün hapis yattı.
Cezaevinde iken yargılandığı mahkemede FETÖ isimli yapının bir terör örgütü olduğunu bilmediğinden içlerinde kaldığını, darbeci bir zihniyet taşıdıklarını bilseydi terk edeceğini söyledi. Bu minvalde söylediklerini ve pişmanlık ifadelerini yaptığı savunmasından şöyle özetlemek mümkün:
"15 Temmuz'u bir musibet olarak görüyorum, insanların gerçeği görmesi açısından hayırlı oldu."
"Maalesef Türkiye İttihat ve Terakki'den beri, bir türlü darbeler geleneğine son veremedi. 15 Temmuz, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat'ın devamıdır."
"Darbe mekanizmasını, ana aktörünü, kim planladıysa, kim düşündüyse , kim teşebbüs ettiyse, kim içinde yer aldıysa A'dan Z'ye hepsini lanetliyorum." "Keşke öngörebilseydim. Maalesef öngöremedim. Keşke öngörebilseydim bir saat bile durmazdım orada."
Ali Bulaç, benim de müşteki olduğum Zaman gazetesinin yazarları ve yöneticilerinin yargılandığı davada 12 Mayıs 2018'de tahliye olmuştu. Devam eden yargı sürecinde Bulaç'ın silahlı terör örgütü üyeliği suçundan 8 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırılmasına karar verilmiş, istinaf mahkemesi de cezayı onamıştı. Anayasa Mahkemesi ise Bulaç'ın yaptığı hak ihlali başvurusunu kabul etmiş ve basın ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine oy birliğiyle, kişi güvenliğinin ihlal edildiğine ise oy çokluğuyla karar vermişti.
Peki Ali Bulaç gibi hem İslami ilimler hem sosyoloji okuyan ve bu alanda kalem oynatan entelektüel (!!!) biri olarak FETÖ gibi bir örgütün yapabileceklerini nasıl öngöremedi? Bu öngörüye neler mani oldu?
Yoksa gördü de mevcut konjonktür görmesine engel mi teşkil etti? Görmesine rağmen görmezden mi geldi?
Biz elbette bu hususta birinci olarak beyanı esas alırız. Madem, “Öngöremedim, öngörseydim terk ederdim.” diyerek pişmanlık arz etti, zahire bakarak inanmak istiyorum.
Ancak yine de içimizdeki şüpheleri kovamıyoruz. Öyle ya Ali Bulaç gibi İslami konularda yıllarca kalem oynatmada önderlik yapan biri FETÖ gibi şeytani bir yapının İslami sapmalarını nasıl olur da göremez demek zorunda kalıyoruz. Yani Ali Bulaç gibi birinin FETÖ gibi bir örgütü ön göremediğini salt kandırılmaya indirgemenin hakka karşı haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Ali Bulaç, mahkemede verdiği savunmasında FETÖ’yü neden öngöremediğine ilginç bir mekanizma oluşturmaya çalıştı. “Gülen ve grubuna övgü yağdıranlara baktığımızda, içlerinde çarpıcı isimler görürüz ki, bunlar ülkemizin siyasi ve idari hayatında kilit noktada yer işgal etmişlerdir. Kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum.” Diyerek savunmanın bir bölümünde kendisinin tehlikeyi öngörememesini haklı çıkarmak için “FETÖ’ye İnananlar ve Onu Övenler” başlığı ile bir bölüm açtı. Burada başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere Bülent Arınç, Binali Yıldırım, Ahmet Davutoğlu, Hüseyin Çelik, Süleyman Soylu, Faruk Çelik, Recep Akdağ, Hüseyin Kocabıyık, Melih Gökçek, Abdullah Gül, Bekir Bozdağ gibi sivil siyasetçilerle birlikte Genelkurmay başkanlarının, MİT’in ve diğer devlet birimlerinin de FETÖ tehlikesini öngöremediklerini ve değişik zaman ve zeminlerde FETÖ’ye büyük övgüler dizdiklerini örnekleriyle ve kaynaklarıyla gösterdi. “Onlar göremediyse ben nasıl görebilirdim.” Diyerek de kendini haklı çıkarmaya çalıştı.
Saydığı kişilerin FETÖ tehlikesini öngörememeleri ve bu hususta herhangi bir yargılamaya tabi tutulmamaları Ali Bulaç için bir mazeret veya sebep teşkil eder mi? Bunu hukukçuların değerlendirmesine bırakıyorum. Ancak Ali Bulaç gibi İslami ilimler yanında sosyoloji okuyan birinin böyle bir gerekçe altına saklanmasını doğrusu hem doğru bulmuyor hem de yadırgıyorum.
Ali Bulaç gibi hem İslami ilimleri hem de sosyolojiyi tahsil eden ve bu konularda söz sahibi olan bir kalem erbabının bu tür tehlikeleri görmemesinin sebeplerinin bu derece basit olmadığı düşünüyorum. Bulaç ya FETÖ’nün kendisine sunduğu imkanlara aldanarak bunlara göz yumdu ya da bunları bilerek savundu diyorum.
Hangi gerekçe ile olursa olsun Ali Bulaç ülkenin başına musallat olan bu şeytani yapının en güçlü dönemlerinde her türlü imkanlarından yararlanarak gazete, dergi, televizyon ve üniversitelerinde yıllarca görev yaptı. Yapının milleti aldatmasında önemli misyonlar yüklendi. Mahkemelerde pişmanlık duysa da elbette böyle birinin yargılanması gayet doğaldır. Kaldı ki bildiğim kadarıyla “Etkin pişmanlık” yasasından da yararlanmadı. Örgüt hakkında bildiklerini devletin birimlerine anlatmadığını da biliyorum.
Ali Bulaç’ın yüzde biri faaliyetleri bulunan çok kişi FETÖ üyesi olmaktan yargılanarak ceza aldı. Bu anlamda Ali Bulaç’ın Anayasa Mahkemesi tarafından hak ihlaline uğradığı yönündeki kararını hukuki olmaktan çok siyasi bir karar olarak değerlendiriyorum.
Savunmalarında pişman olduğunu dile getiren Ali Bulaç’tan bir Müslüman olarak bundan sonra şöyle bir beklentim var:
Madem FETÖ gibi bir CIA yapılanmasını öngöremedin. Şimdi bunları neden öngöremediğini, sebeplerini, sonuçlarını ve FETÖ benzeri yapılanmalara kapılmamak için milletin neler yapması gerektiği hususunda milleti bilgilendirici yazılar yaz. Bu bir anlamda pişman olduğunun kefareti sayılabilir.
Ben de 1986-1999 yılları arasında mevcut yapıda kaldım ve üst düzey bir çok görevlerde bulundum. Ancak yapının gayesinin İslam’a, vatana ve millete hizmet olmadığını görünce ayrıldım ve ayrıldıktan sonra da elimden geldiği kadar yazarak, konuşarak, kitaplar yayınlayarak FETÖ tehlikesine dikkat çektim. Büyük bedeller ödedim. 17/25 Aralık sonrası yapı hakkında bildiklerini devletin savcılarına, emniyetine ayrıntılarıyla anlattım. Bugün FETÖ hakkında açılan mahkemelerin özellikle medya ayağındaki bütün davalarda gizli tanık ol tekliflerine rağmen kabul etmeyip açık müşteki ve tanıklık yaptım. Hala da birçok mahkemede tanıklığım ve müştekiliğim devam etmektedir. FETÖ’nün hakkımda açtığı onlarca davada da hala yargılanıyorum. Bu hususta ciddi olarak maddi ve manevi bedeller ödedim ve ödüyorum. Ancak ben ödediğim bu bedelleri yapı içindeki günahlarıma kefaret olarak görüyorum. Ali Bulaç’tan da aynı duyarlılığı bekliyorum.
Ali Bulaç hakkında yazılacak daha çok şeyler olduğunu biliyorum. Ama bir makale çerçevesinde yazılanların yeterli olduğunu düşünerek sonlandırmak isterken Bulaç’ın savunmasındaki önemli bazı yerleri de sizlerle paylaşmak istiyorum:
NOT:
Aşağıdaki metinler Ali Bulaç’ın savunmasında yer almaktadır.
1) FETÖ’YE İNANANLAR VE ONU ÖVENLER
A) BÜLENT ARINÇ: “Milyonlarca insan şu anda gözyaşı dökerek bizi izliyor. Bunların arasında biri var ki, gurbette, tek başına hüzünle seyrediyor bizi. Televizyonun başında bizi izleyen o güzel insana teşekkür borcumuz var.”
B) BİNALİ YILDIRIM: “Türkçe sevgi dilidir, barış dilidir, Yunus’un dilidir. Aç herkese sineni, aç, onun gibi ilaç diyen Fetullah Gülen Hoca Efendi’nin dilidir.”
C) AHMET DAVUTOĞLU: “Cemaatin hedefleri ile Türkiye’nin hedefleri tamamen örtüşüyor.”
D) HÜSEYİN ÇELİK: “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış filan, bunlar kargaları güldürür.”
E) SÜLEYMAN SOYLU: “Aynen 28 Şubat gibi 12 Eylül öncesi gibi senaryodur. Derin devlet harekete geçti. Cemaati döverek, cemaate saldırarak, Türkiye’nin değişim yönünü etkilemeye çalışıyorlar.”
F) FARUK ÇELİK: “İnsan merkezi bir hizmeti esas alan insanlara, hizmetinizi durdurun denir mi? Aksine teşvik edilir, elden geliyorsa o katkı sağlanır. Bu gerçeği görmemek ferasetsizliktir.”
G) RECEP AKDAĞ: “Hayatı insanlığa hizmetle geçmiş bu büyük zat için suçlamalarda bulunmak, son derece çirkindir; kara lekedir. Fetullah Gülen Hoca Efendi, hayatının her döneminde tertemiz kalmış bir kişidir. Kendisine şükran borçluyuz.”
H) HÜSEYİN KOCABIYIK: “Fetullah Gülen Hoca Efendi son bin yılın en büyük Türk büyüklerinden biridir. Evrensel Türk Rönesans’ını başlatan Türk mucizesidir. Shakespeare gibi evrenseldir. Ona düşmanlık edenlerin utanması gerekir.”
İ) MELİH GÖKÇEK: “Terbiyeni takın! Fetullah Gülen’e FETO diyemezsin. Özür dile.”
J) RECEP TAYYİP ERDOĞAN: “MHP’nin Fetullah Hoca Efendi’ye saldırısı, bana göre ihanet derecesindedir, hiç ahlaki değil, çok çirkin. Yani Hoca Efendi işi gücü bırakmış da MHP ile mi uğraşıyor? Bir defa onun bulunduğu makam böyle bir şeye müsaade etmez. Çok çok çirkin, çok ayıp. Ben bunu ihanet derecesinde kınıyorum.” (Aktaran Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet, 13 Temmuz 2017)
K) BEKİR BOZDAĞ: 24 Mart 2011 (TBMM Konuşması) “Bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymet, bilge bir insandır. Her şeyi açıktır.”
aa) 9 Haziran 2012: “Muhterem Hoca Efendi’ye Antalya’dan selamlarımı iletiyorum.” (Kişisel Twitter hesabı)
bb) 15 Şubat 2012 (CNN Türk’te) “Yargıda cemaat örgütlenmesi mi var?” sorusuna “Böyle bir şey mümkün değildir.” diyor.
cc) 15 Ağustos 2013: “Cemaatle AK Parti arasında bir fitne ateşi yakmayı başaramayacaklar.” (Kişisel Twitter hesabı) (Aktaran Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2017, s 7)
dd) “Bu yolu açan, bu ateşi yakan, bu fikri veren muhterem Fetullah Gülen Hoca Efendi gönül dolusu saygılar gönderiyorum. Kendisine çete diye hitap edilmesi büyük haksızlıktır, büyük vicdansızlıktır.” (Aktaran Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet. Kandırılanların Sıra Listesi, 13 Temmuz 2017, s 23)
ABDULLAH GÜL: Önceki Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gönderdiği yazılı ifadesinde şunları söylüyor: “Bu grubun dini motivasyonlu bir akım olduğunu ve sadece basın ve eğitim alanlarında faaliyetlerde bulunduğunu düşünüyordum… Bu akımın şimdilerde tüm açıklığıyla deşifre edilen çok karmaşık örgüt yapısının, hiyerarşisinin ve işleyişinin neticede bir darbe teşebbüsünde bulunacak güç ve cüretkarlığa ulaşmış olması, şahsım da dahil pek çok kimsenin öngörmediği bir durumdu.” (Aktaran, Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet, 12 Ocak 2017)
Yukarıda övgü sözlerini aktardığım sivil siyasetçilerdir. Bu siyasetçiler örgütün gizli-karanlık yüzünü görmemiş olabilirler. Ama görevi icabı bilmek durumunda olanlar bilememişlerse vahim bir durum var demektir.
Hatırlayalım!
Şimdiki ve önceki Genelkurmay Başkanlarına “TSK içinde FETÖ var.” dendiğinde “kanıt/belge” getirin diyorlardı. FETÖ mağduru Albay Dursun Çiçek dahi Mart 2016’da “Bunlar var, ama küçük bir gruptur, darbe yapamazlar.” diyordu.
2) FARK EDEMEYENLER PEKİYİ YA GENELKURMAY BAŞKANLARI?
a) Eski Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, TBMM Darbe Girişimlerini Araştırma Komisyonu’nun “FETÖ’nün TSK’ya sızmasının fark edilmemesinin sebebi nedir?” sorusuna şu cevabı vermektedir:
“Mesleki yaşantılarında örgütle ilişkilendirilecek herhangi tavır ve davranış göstermemeleri, yapılarının gizli ve hücre sistemi ile çalışmasının zamanında çıkarılmaması, yapılan idari soruşturmalarda iddiayı doğrulayacak bir bilgiye ulaşılmaması, istihbarat teşkillerinde haklarında yasal işlem yapılmasını gerektirecek bilgilerin alınmaması… Bilgi sahibi olan kişilerin sahip olduklarını bilgiyi gizlemeleri ve sıralı komutanları ile paylaşmamaları… Söz konusu kişi/kişilerin hainlik yapmayacağı ve herhangi bir ihanet içinde olamayacağı düşüncesi..” (Hürriyet, 8 Ocak 2017)
b) Şimdiki Genelkurmay Başkanı Sn. Hulusi Akar da TBMM Darbe Girişimlerini Araştırma Komisyonu’na gönderdiği ifadesinde şunları söylüyor:
“Bu yapılanmanın devletin sivil, asker ve polis tüm kurumlarında uzunca bir süredir yavaş ve sistematik bir şekilde kendisini gizlemek suretiyle sızarak, işi bir darbeyle seçilmiş hükümeti devirmeye, TSK’yı ve Türkiye’yi kontrol altına alma noktasına getirmeye cüret etmesi, devletin diğer kurumları da dahil pek çok kimsenin beklemediği durumdu.” (Sedat Ergin, Hürriyet, 8 Haziran 2017, s 20)
c) Daha feci olanı darbe hazırlığını da bilen yok. Milli Savunma Bakanı Sn. Fikri Işık “150 general darbeye karışır da, karargah nasıl bilmez?” diye soruyor. (Hürriyet, 19 Kasım 2016)
d) Sn. Başbakan Binali Yıldırım, 15 Temmuz 2016 gecesi saat 22.40’ta MİT Müsteşarını aradığını ve “Darbe oluyor, ne yapıyorsunuz?” diye sorduğunu, Müsteşarın “Bir şey yok, normal. Biz çalışıyoruz.” dediğini söylüyor. (bkz. Hürriyet, 15 Temmuz Eki, 2017; Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 28 Temmuz 2017)
Yine Sn. Başbakan Binali Yıldırım “MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a sordum; -Böyle bir darbe teşebbüsünden neden benim ve Sn. Cumhurbaşkanının haberi yok? “Bu soruya cevap vermedi’’ diyor.” (2 Ağustos 2016, CNN Türk, akşam-Hande Fırat Programı)
Ülkenin iç ve dış güvenliğinden sorumlu en tepedeki zatlar ne darbecileri teşhis edebilmişlerdir ne de darbe hazırlığından haberleri olmuştur. Eğer görevlerini tam olarak yerine getirselerdi bu musibet yaşanmayacaktı.
Benim sorum şu:
Devletin en tepedeki zatları bu örgütü bilememişse, benim konumumda olan biri nasıl bilebilir ki? Hayatım boyunca askeri vesayete ve darbelere karşı durmuş bir insanım. Siyasilerin yanılma, kandırılma hakları var da, sorumlu mevkideki zatların görev ihmallerini anlayışla karşılamak var da, neden benim bu hain-sinsi örgütün karanlık yüzünü fark edememe hakkım yok? Ben de yanılan siyasiler gibi düşündüm.
3) BENİM TUTUMUM
Ben herkese İslam’ın şu iki ilkesinden bakarım:
aa) Beraat-i zimmet asıldır.
bb) Hüsn-ü zan esastır. Bu iki ilke ışığında açık, somut gayrimeşru niyeti, program ve faaliyeti ortada olmayan kimselerden şüphelenilmez; haklarında tecessüslerde bulunulmaz. Hüküm için somut delil veya en azından kötü niyet beyanı gerekir. Araştırmak, tecessüs etmek benim işim değildir, Kur’an-ı Kerim tecessüsü yasaklıyor. (Hucurat, 12)
Tecessüste bulunmak yetkili devlet kurumları ve şahıslarına aittir. Onlar şüphe edip araştırmamışlarsa, bu görevi ben mi yerine getirecektim? Ben de aynen 11. Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül gibi bu grubu “hayırlı faaliyetler yapan sivil bir hareket” olarak gördüm.
Sn. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 8 Eylül 2016’da şöyle diyordu: “Ben bu karanlık yapıyı kimseye anlatamadım. Şahsen konuşmalarımda “Bunlar terör örgütüdür” dedikçe karşımdakiler ‘’Terör örgütü dediğin silahlı olur’’ diyorlardı.
Sn. Cumhurbaşkanı, yabancı devlet adamlarına da bunları belgelerle anlattığı halde ikna edemediğini söylüyor. (bkz. Hürriyet, 9 Eylül 2016)
Sn. Cumhurbaşkanı’ndan bir alıntı daha: “Her şeye rağmen bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökmemiş olmanın üzüntüsü içindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de affetsin.” (Hürriyet, 3 Ağustos 2016)
4) “ALLAH İÇİN HİZMET”TEN İKTİDAR İÇİN DARBEYE!
Ben bu ülkenin iç ve dış güvenliğini her türden tehdide karşı korumakla yükümlü olan kurum ve kuruluşlar dışında kalan siyasetçilerin, sivillerin, aydın ve akademisyenlerin 15 Temmuz öncesine ait teveccüh ve övgülerini samimi buluyorum.
Sebebi şu:
a) Biz insanı iyi sıfatlarından dolayı över, kötü sıfatlarından dolayı yereriz. “Ahmet adil ve dürüst insandır, onu severim.” dediğimde, gerçekte ben Ahmet’te tezahür eden adalet ve dürüstlüğü sevdiğimi söylemiş olurum. “Cengiz zorbadır, yalancıdır” dediğimde de gerçekten zorbalığı ve yalanı yermiş olurum. İnsanlar değişebilir. Kimseye mutlak anlamda kefil olunmaz. İmanın dahi garantisi yoktur. İnsan, hidayet üzerine iken dinden döner; dürüst ve ahlaklı iken suç işleyebilir. Görünürde iyi ama iç dünyasında kötü olabilir. Bence Gülen hareketi “cemaat” iken iyi idi, güzel hizmetlere imza atıyordu; zaman içinde kötüye dönüştü, FETÖ oldu. Onu övenler, destek verenler suç ortakları değil, iyi vasıflarına, hizmetlerine teveccüh gösterdiler, destek verdiler. Sıfatlar da illetler gibidir. İllet değişince hüküm değişir; sıfat da değişince örgü veya yergi değişir. Kıyamete kadar övgüsü sürecek tek bir şahsiyet vardır o da Allah’ın Elçisi’dir. Bir keresinde Sn. Cumhurbaşkanı şöyle sitem etmişti: “Ne istediniz de vermedik?” Doğru, her istediklerini alabiliyorlardı. Çünkü istedikleri iyi şeylerdi. Fakat cemaat Allah rızasına dönük hizmet yolunda dev adımlar atarken;
1) Güç zehirlenmesine uğradı.
2) Hormonal büyüme onlarda kibre yol açtı.
3) Her istediğimizi yaparız, yaptırırız, vehmine kapıldı.
4) “Biz Nuh’un gemisiyiz. Hak ve Hakikati biz temsil ederiz, diğerleri kumda oyun oynayan çocuklar. Hele Afganistan, Irak, Filistin de işgal edilmiş toprakları için mücadele edenler teröristtir. Biz İslam’ın tek barışçı, gülen yüzüyüz.” demeye başlayıp diğer İslami grupları küçük görmeye başladılar.
5) Bazı mensupları girdikleri yerlerde istilacı davrandılar, diğer gruplardan insanlara neredeyse hayat hakkı tanımadılar. En azından benim şahit olduğum birkaç olay var.
6) Hak ve Hakikat üzere olduklarına inandıklarından grup adına bazı gayrimeşru işler yapmaya göz yumdular. KPSS sınavlarıyla ilgili sonradan ortaya çıkan itiraflar gibi.
7) İlk ortaya çıkışlarında cemaat piramidi iyi insanlardan oluşuyorken, büyüdükçe içine “Şeytanlar ve iyi saatte olsunlar” karıştı. Ak süte kirli su katıldı.
8) 18 sene boyunca Amerika’da oturan lider, herkesin gözlediği gibi Türkiye’de olup bitenleri belli-küçük, dışarıdan birilerinin nüfuz edemeyeceği şekilde dar bir kadro aracılığıyla öğrendi. Gözlemler eksik, bilgilerin bir kısmı yanlış, haberlerin önemli bölümü manipülatif oldu.
9) Yargı, Emniyet ve Askeriyede güç kazandıkça devlet çarkını kendi inisiyatifleri altına alabileceklerini vehmetmeye başladı.
10) Temel bir gerçeği gözden kaçırdılar: Savcı, hakim, polis ve asker, şu veya bu cemaatin değil, sadece devletin savcısı, hakimi, polisi ve askeri olur. Bu Hanefi hukukçuların icma ettiği temel bir ilkedir. Bu ilkeye aldırış etmediler. Hanefilere göre, sosyal grupların bayrağı, bastığı parası, adliyesi, hakimi, polisi, askeri olmaz. Bunlar sadece devlete aittirler.
11) FETÖ olduktan sonra ve birtakım dış servislerle fazlasıyla içli-dışlı oldular.
12) İyi niyetle onlara bağlananlara “Büyüğümüz bu hafta yine Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş.” diye neredeyse “haftalık rüya seansları” uydurdular; böylece “sadık rüya” haberini istismar ettiler, Efendimiz (sav)’in hukukunu ihlal ettiler.
13) Onlara bağlanan on binlere “Biz bir gün darbe yapacağız” demediler. Bir cemaate girmek akittir yani sözleşmedir. Kimseyle darbe sözleşmesi yapmadılar. Darbe teşebbüsüyle akde ihanet ettiler. Yüzbinlerce insanı çoluk çocuklarıyla, aileleriyle büyük mağduriyetlere uğrattılar.
14) Bu ülkenin her kesiminden akademisyen, aydın, entelektüel, yazar, STK temsilcileri bu yapıya teveccüh gösterdi; “farklı kesimler bir araya gelip konuşabilir, uzlaşmaya dayalı bir toplumsal sözleşme çıkar” diye umuda kapıldı. İnsanlar bu umutla koşarak Abant Toplantıları’na katıldı. Burhan Kuzu, o günleri anarak şöyle diyor: “Yıllarca Abant Platformu yaptık. Biz iyi niyetle yaptık… O platformlarda o günün şartlarında çok güzel şeyler çıktı. Laiklik, din-devlet ilişkisi gibi hakikaten en zor konuları burada konuştuk.” (Cumhuriyet, 2 Haziran 2017)
ZAMAN’DA NİÇİN KALMAYA DEVAM ETTİM?
1) Zaman ve Yeni Şafak
a) 1986’da Fehmi Koru, Nabi Avcı, Mehmet D. Doğan ve Adnan Tekşen ile Zaman’ı kurduk. Merkezi Ankara’da olan gazetenin İstanbul Bürosu’nu ben kurdum. 1987 sonlarına doğru Gülen Grubu devralınca ben gazeteden ayrıldım. 1990’ların başında yine Zaman’a döndüm. Başında Hüseyin Gülerce vardı. Onunla konuştum. Yazdıklarıma karışmıyor, telif ücretimi düzenli ödüyorlardı.
b) Yeni Şafak Gazetesi çıkınca, bu gazeteye geçtim. 1994-1998 arası 4 sene bu gazetede yazdım, kurucuları arasında idim. 1998’de ayrılmak isteyince o zamanki sahibi bana gazetenin başına geçmeyi, Genel Yayın Yönetmenliğini teklif etti. Ancak ben gazete yönetimi üzerinde birbiriyle çekişen iki-üç lobinin olduğu bir yerde başarılı olamayacağımı düşündüm. Esasında aktif siyaset, gündem ve polemiklerden mümkün mertebe uzaklaşmak, kitap yazmak için vakit bulmaya çalışıyordum.
c) Zaman’a ikinci geçişimde de kimse yazılarıma karışmıyordu. Gazeteyle organik bağım yoktu. Köşeme karışılmadığı ve telif ücretim ödendiği sürece her gazetede yazarım.
2) Transfer Teklifi Nitekim 2013 yılı bahar aylarında Star Gazetesinden yazma teklifi geldi. İlk defa burada açıklıyorum. Benden görüşme talebinde bulunan Star’ın yetkili yöneticilerinden Tevhid Karakaya Bey yazma teklifini Tayyip Bey’den getirdiğini söyledi. Fatih Saray Muhallebicisi teras katında olan görüşmede iki defa; – ‘’Bu teklif Tayyip Bey’den mi geliyor’’ diye sordum. Tevhid Bey “Evet” deyince, ben de ‘’bunu görev kabul ederim’’ dedim.
Tevhid Bey, ücret konusunun bana bırakılması talimatını aldığını söyledi. Gazetede ne kadar ücret aldığını bildiğim bir köşe yazarının aldığı ücreti baz alarak bir rakam üzerinde anlaştık. Rakam, Zaman’dan aldığımın tamı tamına 3 katıydı. Gazete yanında Kanal 24 TV’nin de haftalık bir programına katılacaktım.
Tevhid Bey ‘’bir hafta-10 gün bekleyelim, Zaman’cıları alıştıralım. Bizden yazar kapıyorlar zehabına kapılmasınlar, ayıp olur’’ deyince, ben de muvafık buldum. Aradan 1 hafta-10 gün, 1 ay geçti. Tevhid Bey aramadı. Ben arayınca, bana “Ali Ağabey, sen Tayyip Bey’e ulaşırsan iyi olur” deyince, muhtemelen Tayyip Bey’in bundan vazgeçtiğini düşündüm. Aramak artık şık olmazdı.
Temmuz veya Ağustos 2013’te Yalçın Akdoğan’la ortak bir dost aracılığıyla buluştuk. Cemaat hükümet çekişmesinin kötü gelişmekte olduğunu, beni rahatsız ettiğini söyledim. Bu arada Star’dan yazı daveti aldığım halde neden gerçekleşmediğini Sn. Başbakan’a sormasını rica ettim. Eylül 2013’te bir sempozyumda görüştük. Yalçın Bey bana somut bir şey söylemedi. Konuyu da Tayyip Bey’e iletmediğini anladım.
Bu olaydan sonra bende şu kanaat oluştu:
Star gazetesinin o günkü yönetici kadrosu, benim Zaman’dan Star’a geçişimi istemediler. Günahlarına girmeyeyim, bu arada benim Tayyip Bey’in teklifini reddettiğim veya benim kibirle ancak Sabah, Haber Türk gibi gazetelere geçme karşılığında Zaman’dan ayrılabileceğim yolunda şayialar yayıldı. Ahmet Kekeç, 1-2 kez bu yönde imalı yazılar yazıp bunu kibrime bağladı. Bana teklifin yapıldığı günlerde önemli başka bir yazar sessiz sedasız Zaman’dan Star’a geçti. Mahkeme heyeti gerekli görürse bana teklifi getiren ve işin iç yüzünü bilen Sn. Tevhid Karakaya’yı tanık olarak dinleyebilir. Diyeceğim, benim illa da Zaman’da kalma gibi bir derdim yoktu. Yönetimde görevim yoktu, yayın kuruluna katılmıyordum, bana oda, masa/bilgisayar tahsis edilmiş değildi, gazetenin jeneriğinde ismim geçmiyordu.
2013 yılı sonları itibariyle Hükümet-Cemaat kavgası kızışınca gazeteden elbette ayrılabilirdim. Niçin ayrılmadığımı açıklamak istiyorum: Kavga ile beraber büyük bir fitne ateşi tutuşmuştu. Fitne zamanı iki yol seçilir: Kişi ya evine çekilir susar. Ya koşan, yürür. Yürüyen durur, ayakta duran oturur veya arayı bulmaya sulh ve salaha gayret eder. Cemaat içinde, hatta gazetede bu kavgayı tahrik edenleri görüyordum. Sözde hükümet tarafı tutanların bazıları da baltaları ellerinde savaş naraları atıyordu.
İki tür insan beni baskı altına almaya başladı.
a) Biri, ne hükümet ne cemaatten olmayıp bu kavganın İslam’a ve Türkiye’ye büyük zararlar vereceğine inananlar
b) Diğeri, hem hükümet-AK Parti’den hem cemaatten olanlar. Bunlar da kavga istemiyorlar, aranın bulunmasını istiyorlardı.
Hucurat Suresinde “İki mü’min topluluk kavga ederse sulh ve salah yolunu takip ederek ve adaleti gözeterek aralarını bulun” diye emreder. (49 / Hucurat, 9-10) Ben, her iki tarafla diyalog kurabiliyordum. Teskin edici, yatıştırıcı olmayı görev bildim, bunu vicdani mesele addettim. Bana yılın en iyi köşe yazarı ödülü verildiği bir toplantıda her kabinede yer alan bir bakana ‘ bu kavgayı sonlandırmak lazım, tansiyonu düşürmeli’ deyince sayın bakan ‘Ali Bey siz oradan biz buradan buna gayret edelim’ dedi. Bu, kendime “durumdan vazife çıkardığım” bir tutum değildi. Bu ülkede İslami camiada kanaat önderi, alim, fıkıhçı, aydın, fikir adamı sıfatıyla öne çıkmış zatlar da bu ayetin hükmüne göre:
a) Önce fitnenin kaynaklarına inmeli, fitne ateşini söndürmeye çalışmalı.
b) İslami/Kur’ani ölçülerle hakemlik yapmalı.
c) Sonra, elbette mütecaviz ve haksız olanın karşısında yer almalıydılar. Yazık ki saydıklarımın:
aa) Bir bölümü sus pus oldular
bb) Bir bölümü fitnenin iç ve dış boyutuna bakmadan kimisi “Oh olsun şu FETÖ’cülere”, kimisi “Oh olsun AK Partililere” deme yolunu tuttular
cc) Bir bölüm de, tarafların şahinlerinden önce, gömülü baltalarını çıkarıp ve naralar atıp savaş meydanlarına atıldılar. Bir kere daha anladım ki, okuduğumuz Kur’an boğazımızdan inip içimize işlemiyor. Zaman geçtikçe cemaatin içinden daha çok kişi bana yalvarmaya başladı. Bu insanlar kavga istemediklerini, cemaatin hükümetle, devletle kavga etmesinin yanlış olduğunu içlerinde küçük bir şahinler grubunun Tayyip Bey ve hükümete nefret derecesinde husumet beslediklerini, tahrikler yaptıklarını, cemaati göz göre göre uçuruma sürüklediklerini söylüyordu. Benden fitneye karşın yazılar yazmamı rica ediyorlardı. (Ek-19 bkz. Sulh Yolunu Tutalım, Zaman, 31 Ocak 2015 tarihli yazım)
Sonraları Çatı Davası’nda isminin geçtiğini gazetelerden öğrendiğim bir zat beni bürosuna çağırdı. Bana yalvardı, hüngür hüngür ağlıyordu. “Allah rızası için bu kavga bitsin. Birileri bizi ateş çukuruna atıyor. Hoca efendiyi ablukaya almışlar, Türkiye’de neler olup bittiği ona doğru iletilmiyor. Buna fırsat vermiyorlar” diyor, benden ABD’ye gidip Gülen’i uyarmamı istiyordu. İstediği, kavganın sona erdirilmesi, cemaatin tamamen susup hiç tepki vermemesiydi. “İki tarafla da diyalogun var, iki taraf da seni okuyor, belki Hoca Efendi seni dinler, gerekirse seni business class’ta göndereyim.” diyordu. Ben “Sulh ve salah yazıları yazıyorum ama cemaat içi bir mesele bu, kimse beni dinlemez. Bu klik dediğin gibiyse başıma bir iş de gelebilir” deyip, teklifini reddettim. Mahkeme heyeti gerekli görürse o zatın ismini açıklarım. Maalesef o zatın korktuğu oldu. Benim yazılarımın da faydası olmadı. Olan, Sn. Cumhurbaşkanı’nın benzetmesiyle cemaat piramidinin “ibadet ve ticaret” tabanına oldu ve bana elbette.
Bugünden geriye dönüp baktığımda “keşke Zaman’dan ayrılsaydım” diyorum.
DARBE, FETÖ ve KİŞİSEL KANAATİM
Aristo, “kazalar ayıpları orta yere döker” der. 15 Temmuz’da hain darbe teşebbüsü, 40 yıllık bir yapının illet ve ayıplarını ortaya çıkarmış oldu. Dışı hayli süslü cemaat vazosu 15 Temmuz’da bir darbe ile yere düştü, paramparça oldu. İçinden yüz kızartıcı ayıplar, kusur, illet ve cürümler orta yere saçıldı.
1) Kimileri diyor ki “Bu bir tiyatrodur, bizim darbe ile ilgimiz yoktur.” Soru: Peki, 40 yıl kılı kırk yaran bir yapı nasıl olur da ilgisiz olduğunu iddia ettiği bir darbe fiilinin tam ortasına yerleşiyor? 50 bin insan hapse atıldı, 110 bin kişi işten çıkarıldı.
2) Kimisi de der ki “tuzağa düşürüldük”. Peki, öyle de olsa sizi hangi cazibe tuzak mahalline, kapan yerine çekti? Fareyi kapana çeken beyaz peynirdir. Hangi peynirin cazibesi sizi motive etti? Halka ateş açanları, tarihte misli görülmemiş sivil katliama sevk eden duygu, güdü nedir? Tiananmen Meydanı’nda komünist Çin tankları bile önlerinde duran genci ezmedi. Sadece şuursuz bir Siyonist, Filistinlilerin evlerini yıkmaya gelen bir iş makinesinin önüne dikilen Rachel’i ezdi. Sizi 251 insanı katletmeye sevk eden duygu, düşünce, inanç, güdü nedir?
3) Gülen, “Bize sempati duyan bazı askerler bu işe katılmış olabilir; onlar bize ihanet etmişlerdir.” diyor. Peki, İslami bir cemaatin, darbe geleneği olan bir kurumda cuntacılarca suistimal edilebileceğini, elinde silah bulunduranların fırsatını bulduklarında ne hoca ne tüccar ne eğitimci dinlemeyip kazan kaldıracağını hiç mi hesaba katıp “bizim emniyette, askeriyede ne işimiz var?” deyip, sivil-sosyal hayattaki hizmetlerle yetinmeyi düşünmediniz?
4) Saf ve temiz insanlardan himmet toplarken esnafı, öğretmeni, ev hanımını, gece gündüz koştururken “Biz yeri gelince emniyetteki ve askeriyedeki gücümüzle devleti ele geçiririz, darbe yaparız; hatta masum insan da öldürürüz” diye onlara söylediniz mi? Böyle bir sözleşme yaptınız mı? Sayısı milyonlara tırmanan mağdurların kim hesabını verecek?