1908 yılı başlarında dış gelişmeler ve giderek şiddetlenen aydınlar muhalefeti nedeniyle, Padişah Meclis'i Umumi’yi 23 Temmuz 1908'de toplantıya çağırmak zorunda kalmıştı.
Bu davetle birlikte, II. Meşrutiyet dönemi resmen başlamış, 1876’da ilan edilen ve yalnızca iki yıl yürürlükte kalan Kanuni Esasi 30 yıl dolapta bekletildikten sonra yeniden uygulamaya konulmuş oluyordu. Meşrutiyetin yeniden ilanı Türk siyasî hayatında "hürriyet ilanı" olarak isimlendirildirildiği gibi, Sarayı anayasal meşrutiyete zorlayan ve bu uğurda dağa çıkanlar, başta Resneli Niyazi bey olmak üzere, hürriyet kahramanları olarak kabul edilmiştir.
Anayasanın yeniden yürürlüğe konulmasından hemen sonra Kasım ve Aralık aylarında gerçekleştirilen iki dereceli seçimleri İttihat ve Terakki Cemiyeti kazanmıştı. Böylece, 2017 anayasa değişikliğine kadar devam edecek parlamenter hükümet yönetimi modeli bu seçimle başlamış oluyordu.
İlk seçimleri kazanan ancak kısa sürede kendi muhalefetini de yaratan İttihat ve Terakki Cemiyetinin 1911’de yapılan ara seçimleri kaybetmesi üzerine 1912’de erken genel seçim yapılması kararı alınmış, çok şaibeli olan seçimin açıklanan sonucuna göre İttihat ve Terakki Cemiyeti Meclis çoğunluğunu yeniden kazanmıştı. Ancak, anayasal düzenin gerekli kıldığı kurumsal dönüşüm sağlanamadan meşrutiyet hükümetinin yönettiği Trablusgarp ve Balkan Savaşlarının kaybedilmesi ve ülkenin içinde bulunduğu iktisadi darboğaz hem Mecliste hem de toplumun genelindeki hoşnutsuzluğun artırmıştı.
Bu hoşnutsuzluğa ilaveten devletin eski başkentlerinden Edirne’nin altı ay süreyle Bulgarlar tarafından işgal edilmesi ülkedeki hürriyet havasını tümüyle yok etmiş, meşrutiyet yönetimi ve yöneticileri suçlanmaya başlanmıştı.
Meşrutiyetin ilanında dillerden düşürülmeyen hürriyet, eşitlik, kardeşlik sloganı yok olmuş, anayasanın yürürlüğe konulması da devletin parçalanmasının önüne geçememişti. 1913 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti siyasal ortama tam olarak hakim olabilmek üzere Bab-ı Ali’yi basıp, Harbiye Nazırını öldürmüş, Sadrazamı zorla istifa ettirerek ve yeni bir hükümet kurulmasını sağlamışlardı.
Bab-ı Ali Baskını, Cemal, Enver ve Talat Paşalardan oluşan Troyka’nın mutlak hakimiyetini perçinleyen bir eylem olarak meşrutiyet yönetimi altında eskisinden daha derin bir mutlakıyet oluşmasını sağlamıştır. Talat, Enver ve Cemal Paşa’nın her sözü mutlak kanun gücünde olduğu gibi Mebusan Meclisinin görevi de kendisine iletilen talimatların kanun haline getirilmesini sağlamaktan ibaretti.
Aynı anayasal süreçlerin geçirildiği Batı ülkelerinde demokrasiler ikinci yüzyıllarının olgunluk dönemlerini yaşarken anayasanın olmazsa olmazı olarak kabul edilen kuvvetler ayrılığı ve kanunların hangi ilkelere uygun olarak çıkarılacağına ilişkin temel tartışmalar bitirilmişti. Hatta ciddi ciddi meclis çoğunluğunun seçilmiş diktatörlüğe dönüşmemesi için önlemler düşünülüyordu. Bu dönemde, İstanbul hükümetini kontrol eden Türk Troyka’sının yasallıktan anladığı, tek bir ilkeye indirgenmişti: Yok Kanun, Yap Kanun
23 Temmuz 1908’de tekrar yürürlüğe giren anayasa, tıpkı bugün olduğu gibi, bazen hukukun genel ilkelerine uygun olarak, ancak, çoğu kez de hukukun evrensel ilkeleri görmezden gelinerek yok kanun, yap kanun düşüncesi çerçevesinde 1909, 1912, 1914, 1916 yıllarında sekiz kez değiştirilmişti. Bu yolla, 1908’de ilan edilen anayasanın yapısı her seferinde önemli değişikliklere uğramış, bir tek, bugün Cumhurbaşkanının ne kastettiği anlaşılamayan “biz devleti yeniden kuracağız onun için anayasayı yeniden yapacağız” denilmemişti.
8 Ağustos 1909 tarihinde 3,6,7,10,12,27,28,29,30,35,36,38,43,44,53,54,76,77,80,113,118,119,120 ve 121. maddeleri tümü ile değiştirilmiş ve Anayasaya bir Ayan Kararnamesi eklenmişti. 15 Mayıs 1914 tarihinde 7, 35 ve 43. maddeler yeniden değiştirilmiş, 29 Kanunusani 1914’de 7, 43 ve 102. maddeleri bir kez daha değiştirilmiştir. Aynı şekilde 25 Şubat 1916’da 76. madde değiştirilmiş 7. maddeye paragraf eklenmiş ve 35. madde iptal edilmiştir. 21 Mart 1918’de 69. madde değiştirilmiştir. Özetle 125 maddeden oluşan Anayasanın 10 yıl içinde değiştirilmemiş maddesi kalmamış, bazı maddeleri birkaç kez değişikliğe uğramıştır.
Toplumda mutlak iktidarın sınırlanıp devletin yeniden nasıl örgütleneceğinin belirlenmesi bireylerin özgürlük ve haklarının teminat altına alınması, iktidarların yetki ve sınırlarının belirlenmesi, vergi toplaması ve denetlenmesi hususunda temel şartları belirleyen toplumsal fikir birliği üzerine kondurulan anayasalar 1789 Fransız Devriminden sonra ortaya çıkmıştır.
Ancak bu anayasal gelişmenin arkasında devletin ne olduğunun tartışılmaya başlandığı Platon’un Devlet adlı yapıtından, yeni çağın aydınlanması sonrasındaki filozoflara ve oradan da “ansiklopedi” yazarlarına kadar muazzam bir entelektüel geçmiş olduğunu da ifade etmek gerekir. Fransız ihtilali sonrasında yapılan anayasal düzenlemeler, Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi”ne dayandırılırken, sosyal katmanlar arasındaki uzlaşmaya en üst düzeyde dikkat edilerek çatışma yaratacak hususlar önlenmiştir.
O halde rahatlıkla söylenebilir ki; bir arada yaşama iradesinin en önemli örgütlenmesi olan siyasal örgütlenmelerin (devletler) temel hukuki metinleri anayasalardır ve devletler anayasalarla var edilirken hazırlanması da halkın bütününü temsil yeteneğine sahip kurucu meclisler tarafından gerçekleştirilmelidir.
Günümüz dünyasında devletlerin anayasalarla kuruluyor olmasının iki istisnası vardır. Bunlardan ilk akla geleni yargısal hukukun hakim olduğu ve yargı kararları yoluyla hukuk yaratmayı gelenek haline getirmiş olan İngiltere, diğeri İsrail’dir. Burada Vedat Raşit SEVİĞ hocamın “anayasalar ulusların geçirdikleri siyasal tarih süreçlerinin bir sonucudur” sözünün en çok somutlaştığı İsrail devletini var eden ve İsrailoğullarını 2500 yıl devletsiz yaşatan kendi içsel dinamik ve toplumsal örgütlenmelerinin gücünü hatırlatmak isterim.
Ülkemizin modernleşme tarihini anayasal süreçlerin yaşanmasıyla başlatan genel bir anlayış vardır. Bu anlayışa uygun olarak dünya tarihinden karşılık arayan ve Magna Carta’dan çok etkilenen bazı anayasa hukukçuları bizim ilk anayasal deneyimimizin 1808 tarihinde Saltanat ile Ayanlar (Derebeyleri) arasında imzalanan ve güç paylaşımını öngören Sened-i İttifak olduğunu ileri sürerler.
Ancak siyasal modernleşmenin başlangıcı olarak bu olayı kerterize almak pek çok açıdan sorunludur. Öncelikle Sened-i İttifak’ın anayasal belge olarak yorumlanabilmesi için öncelikle, monarşinin sınırlarının daraltılmasının ve uygulama şartları ile uymamanın müeyyidelerinin belirlenip taraflar arasında kabul edilmesi gerekir. Ortaya çıkan hukuki belgeye uygun kurumsal yapıların oluşturulması, anayasayı koruyacak bir mekanizmanın öngörülmesi de şarttır.
Oysa, Senedi İttifak yalnızca 5 hafta yürürlükte kalmasının yanında, hayat bulması murat edilen ve siyasal iktidarın merkezle çevre arasında bölüştürülmesini öngören Senede birkaç zayıf ayan dışında imzalayan olmamıştı. Zamanın İstanbul Saltanatına karşı kullanabileceği gerçek güç ve kudretine sahip ayanların Senedi imzalamaması (Suriye’de Genç Yusuf Paşa, Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Arnavutluk’ta Tepedelenli Ali Paşa gibi) nedeniyle Senedin uygulanma şansı daha baştan yok olmuştu.
Senedi uygulanamaz kılan bir diğer konu ise, padişaha ayanların kefil olması gibi akıl almaz bir durum öngörmesidir. Bu nedenle, Senedi ortaya çıkaran Alemdar Mustafa Paşa dahil, ayanlar kısa sürede ortadan kaldırılınca Senet kendiliğinden geçersiz hale gelmiştir. Senedi İttifak’ın uygulanmasını sağlayacak, tarafların kabul ettiği ancak onların da üstünde bir kurumsal yapının oluşturul(a)maması, üstüne üstlük, Osmanlı Devletinin gelmiş geçmiş en merkeziyetçi padişahını yaratması itibarıyla da bir anayasal başlangıç değildir.
Siyasal modernleşmenin tarihini geriye çekmek için kendimizi zorlamamıza ve aşırı romantik yorumlar yapmamıza gerek yoktur. Kaldı ki bazı anayasa hukukçularının öne sürdüğü gibi, İttifak Senedinde anayasayla yeni bir düzen oluşturmanın ve bireyi ortaya çıkarmanın sosyolojik temeli de yoktur.