İkinci anayasal deneyimimiz Senedi İttifaktan başlayarak Tanzimat düzenlemelerinin ekonomik ve sosyal başarısızlıklarına, sonu alınamayan iç karışıklıklar ve dış müdahalelere karşı yeni bir arayışın ifadesi olmak üzere 1876 yılında ilk anayasal düzene geçişle cevap verilmek istenmiştir (TANÖR Bülent, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, 2008 s. 121). Gücünü anayasadan alan şarta bağlanmış bir yönetim, yasal bir düzen. Oysa şartlı bir yönetim oluşturulmasındaki en temel sorunun yönetimi şarta bağlayanın kim olacağıdır. Halk mı? Aydınlarla birlik olmuş askeri bürokrasi veya yükselen yeni sınıf mı? Burjuvazi veya işçi sınıfı mı? 1876’da meşrutiyet ilan edilirken bunların hiçbirisi ortada görünmüyor. Şarta bağlayan, yani bir yanda padişah dururken anayasanın diğer tarafı yok. Hatta 1850’den itibaren görülmeye başlayan Jöntürk hareketinin başta Namık Kemal olmak üzere mensuplarının çoğu saraydan yana.
Tanör Hoca, romantik bir sosyalist olarak anayasanın ilan edilmesinde aşağıdan gelen toplumsal, sınıfsal dinamikleri arayıp bulmak için çok uğraşmışsa da anayasanın ilanında bunların hiçbiri yoktu. Daha sonraki gelişmelerden de açıkça görüldüğü üzere, Padişah anayasayı askıya alırken kimseden ses çıkmamasından da anlıyoruz ki, anayasal meşrutiyetin ilan edilmesinin toplumsal olmayan iki temel nedeni vardır.
Birincisi, Osmanlı ve hatta günümüz Türk aydınının iflah olmaz çelişkisi her düşünsel eyleminde devletin nasıl kurtarılacağına ilişkin bir çözüm aramasıdır. O dönemde, Harbiye ve Tıbbiyede batı tarzı bir eğitimle yetişerek komuta kademesine gelen askerler ile entelektüel birikimin en çok yoğunlaştığı, siyasal olaylara katılmaya çok hevesli hekimler grubunun devletten talepleri atmaya başlamıştı. Bu talepler arasında, meşruti bir yönetime geçilmesi sıklıkla dile getirilse de, gerçekte anayasanın ilan edilmesi adım adım yaklaşan büyük bir savaşın önlenmesini amaçlamıştı. Çünkü, Osmanlı aydını girilecek bir savaşın devleti tümü ile dağıtacağını ve imparatorluk içinden yeni devletler çıkarılacağını görüyordu. Eğer bir savaşa girilmezse, öncelikle, Rumeli toprakları kurtarılmış olacak ve ondan sonra yapılacak reformlarla imparatorluk bir bütün halinde tutulabilecekti. 1876’da İstanbul’da toplanan Tersane Konferansının toplanması da toplantı sırasında anayasayı ilan ederek devletin hukuka bağlı olduğunun gösterilmesi içindi. Böylece ülkedeki Ortodoksların hamisi olduğunu ilan eden Ruslarla bir savaşa girilmesi gerekmeyecekti. Bir başka ifade ile İngiltere ve Fransa’nın desteği ile Ruslar dizginlenmiş olacaktı.
İkincisi İngiltere, Fransa ve Rusya destekli Mora İsyanı sonrasında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması İmparatorluktaki unsurların aynı yoldan yürüyeceğine dair endişe yaratmış ve Islahat Fermanının gereği olarak önce Rum Patrikliği Nizamatı, sonra Ermeni Patrikliği Nizamatı arkasından da Hahamhane Nizamatı kabul edilerek bu “milletlerin” yarı bağımsız topluluklar olduğu kabul edilmişti. Bu milletler hem kendi dillerinde hem de batı dillerinde yayınlanan bu nizamnameleri “Anayasa” olarak kabul ve ilan ettiler. Yani bağımsız bir ülkenin içindeki bir din grubu hukuki olarak bağımsızlık kazanmıştı. Bunlar kendi seçtikleri temsilcilerden oluşan meclislerini oluşturmuş ve uzlaşmazlıklarını kendi meclislerinin kabul ettiği yasalardan oluşan kendi hukuk sistemlerine göre çözmeye başlamışlardı.
Benzer bir Nizamname Müslümanlar için de kabul edilmiştir: Vilayet Nizamnamesi. Bu nizamname ile Milletler Nizamatında verilen yetkiler daraltılarak (yetki genişliği ilkesi çerçevesinde) illerin yönetiminde kısmı özerklik tanınmıştı. Vidin, Niş ve Özü vilayetleri birleştirilerek Tuna Vilayeti haline getirilmesi birçok idari reformun kolayca uygulanmasını sağlayıp hızlı bir kalkınma sürecine girilmiş, çoğu Hıristiyan olan yerli halkın yönetime katılması uzun süredir devam eden asayişsizlik sorununun çözümünü kolaylaştırmıştı. İşte 1876’da ilan edilen anayasanın yapılmasını isteyen bürokratların benzer tecrübeyi ülke geneline teşmil ederek ülkenin bütün olarak korunması mümkün kılmayı amaçlamışlardı.
Ancak; evdeki hesap çarşıya uymadı.
Öncelikle, Osmanlı-Rus savaş önlenemedi ve 1876’da başlayan savaş, balkanlarda yeni devletlerin bağımsızlıklarını ilan etmesini sağlamış olmasının yanında, Ruslar Yeşilköy’e kadar gelip zafer anıtı dikecek kadar ülke içinde ilerlediler. İkincisi, tıpkı İkinci Mahmut’un ileri sürdüğü nedenlerde olduğu gibi II. Abdülhamit anayasayı askıya alıp anayasanın kabulünde önemli görevler üstlenmiş tüm paşaları devlet yönetiminden uzaklaştırdı. Hatta çeşitli suçlamalarla birçoğunu da katletmiştir. Abdülhamit’in bu paşaların yerine devleti yönetmek üzere tayin ettiği yöneticiler ya eğitimsiz, ya da devşirme ve Türk olmayan unsurlar arasından seçilmişti. Demek ki; Osmanlı aristokrasisi (bir soylular sınıfı yoktur. Yalnızca hanedan ailesinden oluşmaktadır) yönetim yetkisini paylaşarak yurttaş haline gelen kulların yönetime katılmasına tahammül edecek olgunlukta değildi. Sonuç: ülkenin, yetersiz, yeteneksiz ve ülke ile kader birliği etmekte gönülsüz bir güruhun elinde 1,5 milyon km2 kareden fazla toprak kaybı ve 1909’dan itibaren ardı arkası kesilmeden 1922 sonlarına kadar devam edecek savaşlar serisi ile devletin paramparça olmasıdır.
Anayasacılık hareketlerinin bir tek amacı vardır: mutlak hakimin yetkilerini kısıtlayarak, bireysel ve kamusal özgürlük alanlarını genişletmek. Oysa, 1876’da ilan edilen anayasada padişahın yetkileri kısılamadığı gibi, kişisel özgürlük alanlarını genişletmek gibi bir düşünce de yoktur. Örneğin, anayasanın 3. maddesine göre monarşinin ve devletin başı sultandır. Padişah yürütme organının başı hatta bizatihi kendisidir. Bakanlar kurulu başkan ve üyelerini kendisi atar, gerekirse azleder. Meclis başkanını seçer, özetle hem yasama hem de yürütme üzerinde son derece yetkilidir. Yargı yetkisi ile ilgili anayasada önemli bir düzenleme olmamakla birlikte yasamanın kontrolü de padişahta olduğundan yargı da padişahın kontrolündedir.
Padişahın yetkilerini madde madde sayarsak, padişahın anayasa ile şarta bağlanmadığını aksine anayasa ile daha önceden kullandığı tüm yetkilerin anayasa metnine konduğunu görürüz.
a) Meclis Başkanı ve yardımcılarını seçmek
b) Bakanları atamak ve azletmek
c) Sadrazamı (başbakanı) atamak ve azletmek
d) Şeyhülislamı atamak ve görevden almak
e) Silahlı kuvvetlere başkomutanlık etmek
f) Şeriat hükümlerini ve yasaları yürütmek
g) İdari konularda kararnameler çıkararak gerekli idari düzenlemeleri yapmak
h) Cezaları affetmek veya hafifletmek
i) Bakanlar Kurulunda görüşülecek konulara izin vermek
j) Bakanlar Kurulu Kararlarının uygulanmasına izin vermek
k) Meclisin açılışına, çalışma süresine ve kapanışına izin ve karar vermek, gerektiğinde meclisi feshetmek
l) Mecliste yasa teklif edilmesine ve anayasa değişikliği tekliflerine izin vermek
m) Meclisin kabul ettiği yasaları onaylamak veya reddetmek
n) Meclisin toplanmadığı zamanlarda kanun hükmünde kararname çıkarmak
o) Sıkıyönetim dönemlerinde tek başına ülkeyi yönetmek
p) Geçici bütçeler çıkarmak ve bu bütçeyi kullanmak
q) Hiçbir faaliyetinden sorumlu olmamak ve yargı bağışıklığına sahip olmak
Padişahın sahip olduğu bu yetkilerle 2017’de anayasa değişikliğinde Cumhurbaşkanına verilen yetkiler karşılaştırıldığında ikisi arasında çok büyük bir benzerlik olduğu görülecektir. Anayasayı hazırlayan ekibin Abdülhamit anayasasını iyi çalıştığı ve 100 yıldır Cumhuriyet ile yönetilen bir ülkede seçimle işbaşına getirilecek bir padişahlık sistemini akıl edebildikleri için kutlamak gerek. Sonuçta ortaya çıkan Saltanatın yeniden ihya edilmesi de değil, tamamen siyasal kriz tuzakları ile dolu ve iktidardan asla ayrılmak istemeyen bir Cumhurbaşkanının yönettiği ve Cumhuriyet içinde bir nevi diktatörlük kurmuş oldular. Abdülhamit anayasası ülkenin paramparça olmasına neden olurken, 2017 anayasa değişikliğinde de tehlike yine bizi bekliyor. Kim bilir kolları yeniden sıvamak ve Toroslarda çoban ateşini yeniden yakma zamanı gelmiştir belki de.
Dr. Aslan YAMAN