Anayasal Süreçler 4 : Seçilmişlerin Diktatörlüğü Nasıl Önlenir ? 1961 Anayasası
Ankara merkezli bir cumhuriyet ilan edilmesi ve Lozan Barış Anlaşmasının imzalanmasıyla yeni devletin uluslararası toplum tarafından tanınması süreci tamamlanmış oluyordu. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla başlayan ve 1921 anayasası ile olağanüstü durumun yönetilmesi sürecinin, devletin yeniden ve bütün kurumları ile tanımlandığı bir anayasa ile taçlandırılması gerekiyordu. Böylelikle, 1924 anayasasının hazırlanması Kanuni Esasi Encümeninin kendiliğinden hazırladığı taslağı Meclis Genel Kuruluna sunması ile başlamış oldu.
Uzun süren tartışmalardan ve hukuki detaylarda verilen önemli ve hükümet yapısının şekillendirilmesini sağlayan kararlardan sonra,yeni anayasa 491 kanun numarası ile 20 Nisan 1924 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girdi. Yeni anayasa ile getirilen birçok düzenlemeden bahsedilebilir olmakla birlikte,hükümet sisteminin Mustafa Kemal Paşanın onca karizmasına rağmen, başkanlık sistemi yerineMeclisten çıkarılacak bir yürütme ve Meclisin seçeceği yetkileri sınırlandırılmış bir Cumhurbaşkanlığıgetirilmiş olmasının altı önemle çizilmelidir. Anayasayı hazırlayan İkinci Meclisin tüm üyelerinin Mustafa Kemal Paşa’nın süzgecinden geçerek aday gösterildiklerinide dikkate aldığımızda, Meclisteki Milletvekillerinin Cumhurbaşkanlığı yapısının belirlenmesinde asla bir minnet duygusu içinde olmadıkları anlaşılıyor. ( O zaman görev yapan milletvekilleri ile bu gün tarikat şeyhine sadakat gösterir gibi parti liderlerini tanrılaştıran milletvekilleri karşılaştırılmalıdır).
Anayasa metninin oluşturulmasında 1920-1924 yılları arasındaki Meclis tartışmaları temel alınmış olmakla birlikte ortaya çıkan metinden, 1875 tarihli Fransız III. Cumhuriyet ve 1921 tarihli Lehistan anayasalarının etkileri de açıkça görülmektedir. 1924 Anayasasını hazırlayan Meclisin üzerinde ittifak sağladığı en önemli hedefin güçlü bir devletin ortaya çıkarılması olduğunun altını çizmeliyiz.
1924 anayasası, ünlü siyaset bilimci Mourice Duverger’in (1917-2014) dile getirdiği, “anayasal rejimin ne olduğunu anlamak için anayasa metnine bakmak yetmez, siyasal pratikler anayasa metninin parçası gibi değerlendirilmelidir” sözlerini haklı çıkaracak şekilde, 1925’de yasalaşan ve 1929 yılı sonuna kadar uygulanan, Takrir-i Sükun Kanunu ile içerik kaybına uğratılmaya başlamıştı.Takrir-i Sükun Kanunu’na ek olarakanayasanın açıkça yasakladığı “özel yetkili mahkeme kurulamaz” hükmüne rağmen İstiklal Mahkemeleri başta olmak üzere 1946 yılına kadar uygulanan Tek Parti Rejimi anayasanın içeriğinden çok şey alıp götürmüş, 1924-1960 arasında 7 kez değişikliğe uğratılmıştı. 1924 anayasasını etkileyen ve anayasada yer alan özgürlükçü havayı yok eden Takriri Sükun Kanunu ve Tek Parti Rejimi oluşturulması dışında Parti Devleti (yada devlet partisi) uygulamaları da TBMM’yi odak alan anayasayı, Partiyi odak alan anayasa haline getirmişti.
Odak kaymasının en somut uygulaması 1937 anayasa değişikliğinde görülmüştür. 1924 anayasası çok partili bir siyasal sistem öngörmüş ve 1925 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası anayasaya uygun siyasal partiler olarak faaliyete başlamışken 1937 değişiklikleri ile CHP’nin programında yer alan 6 ilke anayasa metnine geçirilerek siyasal sistemin tek partiye dayalı olduğu tescil edilmişti.
Neden odak kayması olduğu ve anayasanın çok partili bir demokrasi öngörmesine rağmen neden tek partili ve otoriter bir yönetim tercih edildiği Mustafa KemalPaşa’nın şu konuşmasında tam olarak cevap verilmiştir: “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra, içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız devrimler… İşte Türk genel devriminin kısa bir ifadesi budur…”Varılmak istenen bu hedefler ve hedeflere ulaşmak için uygulanan yöntemler değişik değer yargılarına göre sert bir şekilde eleştirilmiş olmasından da anlıyoruz ki toplumun yeni şekli konusunda tam bir fikir birliği yoktur.
Gelenekçi çevreler; uygulamaları batı taklitçiliği, din ve maneviyat düşmanlığı, otoriterlik hatta totaliterlik, oligarşik iktidar, Sezarvari şeflikle eleştirirken, (bu eleştiriler aradan geçen nerede ise bir yüzyıl sonra 2002 yılında AKP’yi iktidara taşıyan temel siyasal söylemhaline getirilmiştir) Liberal ve Sol çevreler ise, üretici güçlerin gelişmesini önleyen tutucu ve baskıcı yönetim, sivil toplum düşmanlığı, egemen ideoloji tekeli, birey özgürlüklerine ve farklı çıkarlara yer vermeyen solidarist ve korporatist yapılaşma olarak eleştirilmiş, bunun dışında Kemalist rejimin egemen ulus milliyetçiliği güttüğü, farklı toplulukların ana unsur içinde eritilmesi eleştirileri hatta suçlamaları yöneltilmiştir.
“Oysa Kemalist rejimin otoriter, seçkinci, vesayetçi ve milliyetçi olduğuna şüphe yoktur” (Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, 2008:325) Japonya’da EdoDöneminde, Fransız İhtilalinde, Rus Devriminde hatta II. Mahmut’un reformlarında da açıkça görüldüğü üzere toplumların dönüştürülmesi kendiliğinden ya da toplumun gönüllü bir tercihi olarak gerçekleşmemektedir.
Tek partili rejim özlemi, seçim sisteminin getirmiş olduğu çoğulculuk yerine çoğunlukçu düzen ve uygulamaları DP döneminde de tüm şiddeti ile devam etmiştir. Bu durum 1961 anayasası ile Mecliste bir türlü gerçekleştirilemeyen çoğulcu yönetim anlayışı ve Meclis denetiminin Meclis dışına taşınması deneyimleri de başka tür sorunlara yol açmıştır. Bu konudaki eleştirilerin en başında ise askeri, sivil ve yargısal kurumların Meclisin üstünde vesayet kurdukları eleştirisidir.
1950-1960 ve 2002-2018 Dönemlerindeki Seçilmişlerin Diktatörlüğü
1950’den 1960 yılına kadar devam eden DP döneminde kabul edilmeyen çoğulcu rejim ve iktidarın meşruiyetini yalnızca halkoyundan aldığı iddiası ile anayasayı yok sayan uygulamaları da Tek Parti Rejimi uygulamalarının devamı olarak kabul etmek gerekir ki halen ülkemizdeki siyasal sistemin en büyük sorunlarından biri budur.
Her ne kadar dünyanın pek çok ülkesinde başkanlık sistemlerinin diktatörlüğe dönüştüğü görülmüş olsa da Parlamenter hükümet modelinde de ortaya çıkan önemli bir sorun vardır. Meclisten çıkarılan hükümet (yürütme) zorunlu olarak mecliste çoğunluğu bulunan partiden oluştuğu için, aynı parti yasamayı da kontrol etmektedir. Bu durumda yürütme karşısındaki parlamento denetimleri (meclis araştırması, meclis komisyonlarının oluşumu, gensoru, soru önergesi, bütçenin ve kesin hesapların kabulü vs.)adeta şekli bir uygulama haline dönüşmüş, hatta hükümete verilen kararname çıkarma yetkileriyle Meclis tümü ile devre dışına itilmektedir. 1950-60 arasında ve 2002-2018 arasında görüldüğü üzere,demokrasinin üzerine Meclis çoğunluğunun diktatörlüğü çökmekte, bu çoğunluk dolaylı olarak yargı organlarını da tayin ettiğinden siyasal sistemdeki kuvvetler ayrılığı belirsiz hale gelmekte, hatta tamamen yok olmaktadır.
Bu soruna ilk dikkat çeken bilim insanı Alexis de Tocqueville (1805-1859)’dir. Tocqueville Fransa Adalet Bakanlığı temsilcisi olarak hapishane sistemini incelemek üzere 1835 yılında Amerika’ya gönderilmiş, 2 yıl Amerika’da kaldıktan sonra Amerika’da Demokrasi adlı kitabını yazmıştır. Bu kitapta yer alan Çoğunluğun Diktatörlüğü Bölümünü anlatılırken aynen şöyle demektedir:
“…Demokratik ülkelerin en çok korkması gereken şey anarşi değildir,enaz korkması gereken şeydir” derken, bu çerçevede bireysel çıkarların çatışmasından doğan sorunların değil, seçimle gelen hükümet despotizminden korkmak gerektiğini belirtmektedir. Söz konusu despotizmi gücü elinde bulunduran siyasal iktidarın devleti oluşturan kurumlar aracılığıyla toplumu temsil etme, korumave gelişmesini sağlama amacıyla sivil toplumu otoritesinin içine soktuğunu ve tektipleştirdiğinin üstünde durmaktadır. Bu yönüyle siyasal iktidar, sivil toplumu kamusal alanın her yerinde kuşatmakta, aynı anda toplumun düzenleyicisi, denetçisi, eğitimcisi, cezalandırıcısı olmakta, bu sebeple demokrasi için zorunlu olan özgürlükler işlevsiz kılınmaktadır, demokrasi saptırılmaktadır.
Tocqueville, çoğunluk azınlık ilişkisinden öte, çoğunluğun bireye manevi bir baskı yapmasından ve siyasal çoğunluğun kendi fikir ve teamüllerini zorla kabul ettirme eğiliminden bahsetmektedir. Toplum muazzam bir şekilde toplumsal uymacılık ve tek tip olma tehlikesi ile kuşatılmaktadır. Aynılığın (eşitliğin)kişiliksizleştirici etkilerinden tedirginlik duymakta asıl sorun olarak da siyasal çoğunluğun bireylerüzerindeki uymacılık zorlamasını meşrulaştırması olarak kabul etmektedir. ''Kişiler, sınırları çoğunlukça belirlenen uygulamalara tabi olmak durumunda bulunmamalıdır. Özel hayatın ve mülkiyet hakkının dokunulmazlığı, birçok hak çeşidinin üzerine temellendiği bir olgudur. Bu nedenle, bireyler, çoğunlukla ortak hareket etme baskısı hissetmeden kendi doğru ve düşüncelerine uygun bir yol çizebilmeli aileleri, yakın arkadaşları ve ait oldukları cemaatle birlikte kendi özel alanlarında yaşayabilmelidir. Çoğunluğun zorbalığına karşı koymanın en iyi yolu bireyin özel hayatının dokunulmazlığından taviz vermemek ve çeşitli örgütlenme biçimleri ile bu dokunulmazlığın desteklenmesidir. Böylelikle tekil ya da tikel olan ezebilecek nitelikte bir güç yoğunlaşmasının da önüne geçilmiş olunacaktır “
İşte 1960 ihtilalini hazırlayan en önemli demokratik sorun budur. İktidarın kendi meşruiyet kaynağını yalnızca seçilmiş olmaktan aldığını öne sürerek kuvvetler ayrılığına tümü ile son vermesinin yanında tıpkı bu gün olduğu gibi bana oy veriyorsan en iyi insan sensin, eğer bana muhalefet ediyorsan vatan haini, terörist, çukur, sürtük vs ve olarak en sert şekilde adli kovuşturmalara uğrayacaksın, seçilmiş olsan bile milletvekili olamayacaksın.
1961 anayasası ile iktidara getirilen karşı ağırlıklar ve fren mekanizmalarına (Cumhurbaşkanlığının veto yetkisi, yargının ayrı bir güç olarak yapılandırılması, Anayasa mahkemesinin kurulması, Milli Güvenlik Kurulu, DPT’nin kurulması ve kesin hesap kanunlarına getirilen sıkı hükümler vs) ben kafası kesik piramit modeli diyorum. Bu uygulamanın tam tersi ise 2017 yılındaki anayasa değişikliği ile getirilen yasama yürütüme ve yargı erklerinin tek bir şahısta toplanarak bir hayli sivri bir yetki piramidi yaratılmasıdır. Bu modelin, kendi içinde barındırdığı pek çok kriz sorunu bir yana zaten var olan otoriterlik eğilimlerinden, hızla totaliter bir yönetime evrilmesi ise deterministik bir sonuçtur.