Türkler, tarih sahnesine ilk çıkan milletlerdendir. En güçlü milletler olarak kabul ettiğimiz Fransızların, Almanların, İngilizlerin, Rusların ya da Arapların tarih sahnesine çıkışı, Türklerden yüzlerce yıl sonradır. Türkler, son üç yüz yıla kadar olan dönemde, kısa fasılalar dışında, en güçlü ve etkili millet olmuşlardır. Türkler bunu, dinamizmlerine ve değişimlere intibak etme yeteneklerine borçludur. Batı Türklüğü yani Osmanlılar, 1700’lere kadar korudukları süper güç pozisyonunu, bilim ve teknolojide geri kaldıkları ve gelişmelere ayak uyduramadıkları için kaybettiler. Aslında bilimde geri kalışımız, çok daha önceye dayanıyordu ama Osmanlıların diğer Türklerin aksine silah teknolojilerini sürekli yenilemesi, pozisyonlarını bir süre daha korumalarını sağladı.
Avrupa 1600’lere kadar silah teknolojisinde Osmanlılara göre geriydi. 1600’lerde Osmanlıları yakaladılar, 1700’lerin başından itibaren geçtiler. (Avusturyalılar, 2.Viyana Kuşatmasında ele geçirdikleri Türk tüfeklerini inceleterek kendilerinin kullandığı tüfeklerden üstün olduğunu tespit ederler.) Bunun muhtelif nedenleri var. Ama en önemli neden, Avrupa’nın bölünmüş olmasıydı. Sadece Almanya da 300 civarında prenslik vardı. İtalya da çok sayıda bağımsız şehir devletçikleri oluşmuştu. Bir usta ya da mühendis projesini, bunlardan birine arz ediyor o uygun görmezse başkasına gidiyor, neticede finanse edecek birilerini buluyordu. Takip edilen projelerden bir kısmı başarısız olsa da bir kısmı başarılı oluyordu. Bu da yeni nesnelerin icat edilmesi dolayısıyla toplumun ilerlemesi demekti.
Avrupa memleketleri, Vestfalya Anlaşmasına kadar sürekli birbirleriyle savaştılar. Birbirlerini yenmek için, yeni ve üstün silahlara ihtiyaç duydular. O yüzden teknik adamlar, yeni silahların icadına ve üretimine yöneldiler. Farklı silahları, birbirine düşman olan İtalyan şehirleri için üreten De Vinci ile denizden sürekli batı istikametine giderek Hindistan’a ulaşma projesine, vatandaşı olduğu Ceneviz ve ardından başvurduğu Portekiz destek vermeyince, İspanya’yla anlaşan Kristof Kolomb, bu duruma en güzel örneklerdir.
Avrupalıları tetikleyen bir başka hususta, Osmanlı’yla yaptıkları savaşları kaybetmeleriydi. Her kayıptan sonra yeni silahlar üzerinde çalıştılar. Oysa Osmanlı da durum tam tersiydi. Zaten savaşları kazandıkları için yeni silahlar geliştirmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Art arda mağlubiyetler yaşadıktan sonra, 1700’lerin başından itibaren yeni silahlara ihtiyaç duydular ama bilim dallarının hepsinde geri kalındığından ve teknik konularda yetişmiş bilim adamı olmadığından icada değil satın almaya yöneldiler.
Türk Dünyasında, nerdeyse üç yüz yıl boyunca sadece iki güçlü imparatorluk vardı. Sünni Osmanlılarla, Şii Safeviler. Bir mühendis Sünni ise projesini Osmanlıya, Şii ise Safevilere götürürdü. Projeye onay verilmediğinde götürebileceği başka alternatif yoktu. Sahip oldukları teknolojiyi geliştirmek gibi arayışları olmayan bu devletlerden onay almak son derece zordu. İltifat olmayınca, marifette olmadı. Dolayısıyla gelişme durdu.
Gerçek olup olmadığı belli olmayan Hezarfen Çelebi’nin uçma hadisesi irdelenmeye değer. Bu olay gerçek olmasa dahi Evliya Çelebinin seyahatnamesinde yer aldığından Osmanlının zihniyetini göstermektedir. Padişah, Galata Kulesinden Üsküdar’a uçan Çelebi’ye önce mükafat olarak altın verir. Ardından Çelebi’yi tehlikeli işler yaptığı gerekçesiyle Cezayir’e sürer.
Osmanlı’nın en büyük handikabı zihniyetiydi. Osmanlılar kendilerini süper güç yapan uygulamalardan oluşan mevcut düzeni bozacak, değiştirecek yenilikleri tehlikeli görüyordu. Mevcut düzene ‘’Kanunu Kadim’’ deniyor ve kutsiyet atfediliyordu. Bir olumsuzluk olduğunda sahip oldukları teknolojiyi geliştirmeye yönelmiyor, düzenin bozulduğunu yani Kanuni Kadim’den sapma olduğunu düşünerek, sapmaları gidermeye yani kusursuz olan eskiye dönmeye çalışıyorlardı. Bilimsel gelişmelere önem veren Fatih, Pargalı İbrahim ve Sokullu Osmanlının kutup yıldızlarıdır, maalesef etkileri dönemleriyle sınırlı kalır.
Bazı yorumcular, yeniliklerin yobaz din adamlarının, askerlerin ve halkın direnmesi nedeniyle kabul edilmediğini ve geri kalındığını iddia ederler ki kısmen haklıdırlar. Her toplumda yeniliklere ve değişime direnen, süreci kontrol etmek isteyen kesimler olur. Osmanlı’da rejimin sahibi olan ulema ve ordu, iş birliği içindeydi. Bu unsurlar, güçlerini azaltacağını düşündükleri yeniliklere direndiler.
Yeniliklere direnç bize has değildir. Her toplumda farklı derecelerde de olsa olmuştur. Örneğin Japonya’da Meji, değişime direnen Samurayları tasfiye etti. Rusya’da, kilise ve saray muhafızları (Osmanlıdaki yeniçerilerin muadilidir.) iş birliği yaparak 3.Petro’yu devirdi. Fransız Devrimi, ekonomik olarak güçlenen ve idarede söz sahibi olmak isteyen burjuvanın, buna direnen Kralı ve aristokratları tasfiye hamlesidir. İngiltere, benzer süreçleri 1600’lerde yaşadı. Değişime direnen iki kral idam edildi. Amerikan İç Savaşı da değişime direnen güneylilerin, yani ucuz iş gücünün kuzeye akmasını engelleyerek sanayileşmeyi yavaşlatanların karar mekanizmalarından tasfiye sürecidir.
2.Mahmut padişah olana kadar, yeniçeriler ve onlarla iş birliği içindeki ulema sınıfı, direnç merkeziydi. 2.Mahmut sultan olunca zayıflayan direnç merkezi, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra kuvvetini tamamen yitirdi. Şunu ifade etmemiz lazım ki direnç merkezinin güçlü olan tarafı askerlerdi. Zira askerlerin karşı olmadığı yenilikler, mesela para vakıflarına izin verilmesi, çok sorun yaşanmadan gerçekleştirilmiştir.
Türkler, dünyayı ve gelişmeleri doğru okuduklarında ve bunlara uygun stratejiler geliştirdiklerinde, muazzam başarılara imza attılar. Gelişmeleri değerlendiremediklerinde, gelişmelere bigâne kaldıklarında ve yanlış stratejiler uyguladıklarında kan kaybederek geri kaldılar. Tarihî günlerden geçiyoruz. Dünyayı ve gelişmeleri doğru okumalıyız. Türk milletinin ve Türkiye’nin merkezde olduğu, 21. yüzyılı inşa etmeliyiz. Demirel’in veciz ifadesiyle “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan Türk dünyasını’’ kurmak yeni neslin görevi. İnsanlığın Türk’e olan ihtiyacı gün geçtikçe artıyor.