Hayvanlarda, hele hele o mini minnacık karıncalarda akıl var mıdır dersiniz? “İnsanları hayvanlardan ayıran en büyük özellik akıllı olmaları, düşünüp fikir yürütebilmeleridir” denildiğine göre hayvanların akılsız oldukları sanılıyor ya da öyle kabul ediliyor. Oysa çevremizde şahit olduğumuz bazı olaylar, yaptığımız gözlemler, televizyonlarda seyrettiğimiz belgeseller hayvanlar âleminin insan aklının bile almayacağı sırlarla dolu olduğunu gösteriyor.
Anlayışı kıt olan ya da kızdığımız insanlara “kuş beyinli” der geçeriz. Oysa kuşların dünyasına girdiğimiz zaman onların kurdukları düzen karşısında şaşar kalırız. Ya şu çalışkanlıkları ile insanlara da örnek gösterilen arılarla karıncalar?
Hani, karıncalarla ilgili olarak anlatılan meşhur hikâyeyi bilirsiniz de, asıl konuya geçmeden önce tekrarlamakta fayda var…
Karınca, bir dağın eteğinden toprakları, taşları karınca kararınca alıp taşıyormuş da sormuşlar:
-Ne yapıyorsun?
-Hacca gideceğim de, bu dağ bana yol vermiyor. Onu ortadan kaldırıp Kâbe’ye ulaşacağım!
-Buna gücün yeter mi?
-Gücümün yetmeyeceğini ben de biliyorum ama hiç değilse bu yolda ölemez miyim?
Bir ülkü için, sevgili uğrunda ölmeyi göze almak… Ne güzel, ne asil bir duygu, bir anlayış değil mi?
Bu anlatılan adı üstünde bir “hikâye”. Yani olmuş ya da olması mümkün olan, hayal edilen bir şey. Ama ben bizzat şahit olduğum gerçek bir olayı anlatacağım. Buna yaşanmış bir hikâye de diyebilirsiniz.
Ankara Bağlum’da bahçede yemek yiyorduk. Gözüm masanın altına doğru kayınca küçük bir karıncanın telaşlı adımlarla oradan oraya koşuşturduğunu gördüm. Dikkatimi ona vermiştim. Bu arada, masanın altındaki karo taşları üzerine düşürdüğümüz bir ekmek kırıntısını fark ettim. Karınca gitti, kıskaçlarıyla ekmek parçasını tutup sürüklemeye çalıştı. Ancak parça o minik karıncaya göre biraz büyükçe idi. Birkaç santim götürüyor, bırakıp dolaşıyor, sonra tekrar gelip ekmeği tutuyordu. Yalnızdı ve bir yardımcısı, arkadaşı yoktu. Eğilip ekmek parçasını bölmek istedim, tedirgin oldu. Ben geri çekilince karınca birkaç hamle daha yaptı ama başaramadı. Ekmek parçasını götüremiyordu. Derken, yandaki armut ağacından karo taşları üzerine düşmüş olan bir yaprağı gözüne kestirmişti; kıskaçlarıyla tutarak ekmek parçasına doğru sürükledi. Eşimle birlikte yemeyi içmeyi bırakıp bu sahneyi seyrediyorduk. Minik dostumuz, armut yaprağını hedefinin yanına bıraktı ve ekmek parçasını çekip tam ortasına koyuverdi. Bundan sonrası artık kolaydı. Hani evlerimizdeki dolapların, vitrinlerin yerlerini değiştirmek ya da temizlik yapmak istediğimizde altlarına paspas ya da yolluk koyup sürükleriz ya, minik karınca da tutup götüremediği ekmek parçasını aynı metotla sürükleyip götürdü. Hem de öylesine hızlı gitti ki az sonra görme alanımızdan çıkmıştı.
Velhasıl, belgeselcilerin arayıp da bulamayacakları bir manzara, bir konu, bir olayla karşı karşıya idik. Serde yayıncılık da vardı ama bu sahneleri kayda geçirecek teknik donanımım yoktu. Cep telefonumun kamerası ise, masanın altındaki loşlukta o minik karıncanın hal ve hareketlerini sağlıklı olarak kayda geçiremedi.
Kayda geçiremediğimiz, tam oldu - oluyor derken bir anda elimizden kayıveren ya da her seferinde kazaya kurban giden bir şey daha var… Davamız, siyasetimiz, ülkümüz; adına ne derseniz deyiniz, biz onu tutup da olması gereken yere getirip oturtamıyor, hakkını veremiyoruz. Oysa dün yola çıkarken her şey ne güzeldi!.. Birbirimize ne kadar güvenmiş ve nasıl kaynaşmıştık! Öyle ya, topu topu bir avuç “tohum” gibiydik. Nasıl kaynaşmazdık, değil mi?
Bir güçlü el bizi rutubetten ve böceklerden koruyordu. Üzerimize titriyordu sanki. Ve bizi toprağa serpmeye bile kıyamıyordu. Ama “biçmek” için “ekmek” icap ediyordu. Öyle oldu. Sonra? Sonrası herkesi şaşırttı. Bire on, bire yüz değil; bire bin - bin beş yüz veriyorduk. Dal dal etrafa yayıldık, saçak saçak derinlere kök saldık. Büyüdükçe büyüdük… Gök gürler gibi haykırır, yer yarılır gibi yürür olduk. Tek kalp, tek vücut, tek yumruk gibiydik. İman dolu göğsümüz “alınmaz bir kal’a”ydı sanki! Çiçek açtı dallarımız ve meyveye döndü çiçeklerimiz.
Meyveli ağacı taşlarlar ya, bizi de taşladılar. Hem öylesine bir taşlayıştı ki bu, göz açtırmamacasına… Biz yılmadık Her zoru yenebilecek bir îmana sahiptik. Mücadelemiz çetin oldu. Yaralandık, kırıldık, döküldük ama ezilip yok olmadık, dağılıp kaybolmadık.
Böyle ne taşlamaları, ne fırtınaları atlatıp geldik buraya kadar. Geldik gelmesine de, şimdi bu telaş niye? Şu rüzgâr neden ürkütüyor, niye darmadağın ediyor bizi böyle?
Biz buğday başağı değiliz ki hemen sararıp solalım da rüzgârda savrulalım! Hiç çınarın, çınarların ömrü böyle kısa olur mu, bu nerede görülmüş?
Dâvâ fedakârlık ister. Herkes uyur, sen uyumazsın; gezer, gezmezsin; oynar, oynamazsın… Peşinen bunları kabul etmeyen zaten dâvâ adamı olamaz.
Dâvâ adamı fire vermemeli, yozlaşmamalıdır. Zihni bulanmaya başladı mı kolları da gevşer ve kucakladığı dâvâ düşüverir. Herkes fedakâr olabilir ama herkesten aynı ölçüde fedakârlık beklenemez. Gücümüz kadar hizmete devam etmekle yükümlüyüz.
Kimimiz dâvâ çınarının kökünde bir saçak, kimimiz dallarında bir yaprak olalım ama hiçbir zaman budak olup işi zora sokmayalım. Bu çınar yıkılıp harap olursa çok yazık olur. Onu hasara uğratacak olanlar varsa ve kimlerse hesap sormak da elbette boynumuzun borcudur.
Hele de Mete Hanların yeşertip Bilge Kağan, Sultan Alparslan, Fatih ve Muhteşem Süleymanların besleyip büyüttükleri, Atatürk ve Başbuğ Türkeşlerin yeniden can verip bizlere emanet ettikleri bu büyük dava çınarını kurutmak kimsenin haddine değildir.
Ülkücüler bugün Doğu Türkistan’daki kardeşlerimize zulmeden Çin’e kök söktürüp setler yaptırtan Mete Han’dan beri devletin varlığı, birliği, bekası için canlarını vermişlerdir ve bu hassasiyetlerinden faydalanılarak programlanan “beka” oyununa gelip davalarını satacak değillerdir. Hele de başkalarının değirmenlerine su, sandıklarına oy taşıyarak “Adayları kim olursa olsun kayıtsız şartsız destekleriz” diyemezler. Çünkü bilirler ki asıl olan şahısların bekası ve koltuk sevdası değil Türk Devleti’nin, Türk Milleti’nin bekasıdır. Çünkü o “kim olursa olsunlar”ın içine Yunan hayranı, ABD şakşakçısı Fesli Kadirler de girebilir, dinden habersiz din bezirgânlığı yapan cübbeli bilmem kimler de! O zaman ne devletin ne de milletin bekası kalır ortada.