Millet olarak hastayız. Hem de öylesine onulmaz bir derde tutulmuşuz ki gerçekten de iflah olmayız; böyle giderse de kurtulamayız!
Bilinen en tehlikeli hastalıklar fertleri vurur, geçmişte yaşanan ve son yıllarda insanlığın başına bela olan virüs salgınında olduğu gibi bir bir fertleri vurur ya da toplu ölümlere sebep olabilir. Ancak bir toplumu, bir milleti saran farklı bir hastalık varsa o toplum, o millet artık ayağa kalkamaz. Ne yazık ki biz topyekûn Türk Milleti olarak o hastalığa tutulmuş durumdayız. Çünkü tarihin en eski, en köklü milletlerinden olmamıza rağmen en büyük özelliklerimizden biri olan “kederde, kıvançta, tasada bir olma” özelliğimizi yitirmiş durumdayız. En hassas, en hayati konularda bile ayrışıyoruz.
Hadi, adını da koyalım; “Siyaset” denen hastalığın kötü huylu olanı baştan aşağı, tepeden tırnağa milletimizi esir almış durumda. İşi siyaset olanlar zaten öyle de; akademisyen, gazeteci, devlet memuru, sade vatandaş ve bu konunun tamamen dışında olması gereken Diyanet İşleri, cami hocaları velhasıl aklınıza gelen herkes bu batağın içinde debeleniyor.
İşte en son yaşadığımız olaylar… Önce Gaziantep ve çevresi, sonra İstanbul’da aşırı kar yağışlarından kaynaklanan olumsuzluklar, aksaklıklar, mağduriyetler ve bunlar karşısında her kesimden takınılan farklı, zıt görüşler, tartışmalar, kavgalar… Kar kavgasından hemen önce de beş yıldır yayında olan bir Sezen Aksu şarkısının durup dururken malzeme yapılması, işin dil koparılmasına kadar götürülmesi… Atılan teweetler, yapılan suç duyuruları…
Adam profesör titrini taşıyor. Yani belli kademelerden geçmiş, araştırmalar yapmış, tezler hazırlamış ama gazete köşelerinde yazdıklarına, televizyon kanallarında söylediklerine bakıyorsunuz ki sanki Ali Okulu’ndan mezun olmuş! Yeni nesil merak edebilir, adı Ali olanlar da alınabilir; onun için kısaca açıklayalım. Eskiden okullarımız böylesine yaygın olmadığı için bizim kuşağın dedeleri okuma – yazmayı askerde öğrenirlerdi. Orada Türkçe derslerinde okutulan hikâyenin kahramanı Ali ismini taşıdığı için isim de Ali Okulu olarak kaldı.
Bir de son yıllarda patlak veren Araştırma kuruluşları, anket şirketleri var mesela. Onlar normalde tarafsız olmalı değil mi? Ama mümkün değil! Televizyon kanallarına çıkarılanlar sanki bir siyasi partinin kadrolu elemanı, bir siyasi liderin kulu kölesi gibi konuşuyorlar. İyi de kardeşim, ben senin yaptığın araştırmaya, sonuçlarını açıkladığın ankete nasıl güveneceğim?
Ya şu “gazeteci” etiketini taşıyanlar? İğreniyor ve gazeteci kimliğim de olduğu için utanıyorum doğrusu. Onlar da siyasilerin ve patronlarının oyuncağı durumundalar. Siyaset makamı da bunun böyle olmasını istiyor ve mesela Cumhurbaşkanı’nın toplantılarına, seyahatlerine muhalif basında çalışan bir Allah’ın kulu davet edilmiyor. Gerilere gidersek içinden çıkamayız. Onun için son yaşadığımız olaylar ve takınılan tavırlar üzerinden devam edelim.
İstanbul’da son yılların en yoğun kar yağışı oldu. Kar aslında özlenen ve beklenendi ama biz onu hemen “esaret”e, “çile”ye dönüştürüverdik. Kar yağışının olabilmesi için gelmesi gereken mevsime de peşin peşin “Kara Kış” adını vermişiz ya zaten!
Oysa tedbir alınır, altyapı hazırlanır, önceden yapılan meteorolojik ikazlarla mahalli idarecilerin uyarılarına dikkat edilirse meydana gelebilecek olumsuzluklar en az zararla atlatılabilir. Ancak millet olarak büyük bir vurdumduymazlık içindeyiz ve olan olduktan sonra herkes sataşacak, bağırıp çağıracak birilerini buluyor. İşin en garibi, en ilkeli ve medeni bir ülkede olmaması gerekeni de bu sataşmaların, bağırıp çağırmaların siyasete göre şekillenmesi.
İstanbul’da şehir içi anayollarda aksaklık varsa elbette Büyükşehir Belediyesi sorumludur. Zaten bir iş bölümü yapılmış; caddelerden Büyükşehirler, sokaklardan da ilçe belediyeleri sorumlu. Ancak Karayolları’nın sorumluluğu altında olan Şehirlerarası yollarla Havaalanlarında aksamalar varsa işin şekli de yönü de değişir. Kaldı ki son yıllarda yapılan düzenlemeler bu konuda tam bir kaos yaratmış, kavram kargaşası, yetki paylaşımı tamamen curcunaya dönmüştür. Bakanlığın Metrosu, Büyükşehir’in Metrosu ayrımı oldukça abestir, ilkelliktir. Köprüler ve Avrasya Tüneli gibi ulaşım ağlarında da aynı karmaşa söz konusudur. Yurdumuzu Avrupa’ya bağlayan anayollar tamamen İstanbul üzerinden geçmektedir ve bu yollarda yüzlerce, binlerce tır hareket halindedir. Özellikle karlı havalarda yol tıkanmasının başlıca sebebi tırlardır. Haydi, çıkın işin içinden bakalım, bunun sorumlusu Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı mıdır yoksa Büyükşehir Belediyesi mi?
Peki ya Havaalanı meselesi? İstanbulumuzun adı ile şanlı, yeri/konumu ile ideal, dünyaca tanınan bir Havaalanı varken pek çok uzman tarafından uygun görülmeyen ve pilotların ifadesi ile “İstanbul’un kutupları” olarak nitelendirilen bir yere milyarlarca döviz harcanarak yeni bir alan yapıldı. Ancak tartışılması bitmek tükenmek bilmedi ve bu gidişle de bitmeyecek. Bari Atatürk Havaalanı’na dokunulmasa ve olduğu gibi bırakılsa idi, onu da yapmadılar. O güzelim pistlerini kazıyıp başka yer yokmuş gibi gecekondu benzeri ucube bir hastane kondurdular. Kalan pistleri de sivil uçuşlara kapattılar. Çünkü ortada terminal bırakmadılar. Orası ancak Cumhurbaşkanı ve Bakan efendilerin hizmetine amade…
Son kar baskını, başta yapılan ikaz ve itirazların haklılığını bir defa daha ortaya koydu. Bunca masrafla yapılan havaalanına inemeyen Bakanlar Atatürk Havaalanı’nın elde kalan pistlerine inebildiler. İktidarın övünç vesilesi yaptığı alanda ise binlerce yolcu perişan oldu, yerlerde yatıp saatlerce beklemek zorunda kaldı. Altyapısı olmayan, metro ulaşımından mahrum bu alan bizi el aleme de rezil etti. “Otel, otel” diye bağırıp nümayiş yapan turistler haklı değil mi? Havaalanı’nı işleten şirket, uçak şirketleri ya da Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı o yolcuların konforunu sağlamak zorunda değil midir? Hani otel, hani ulaşım, hani hizmet? Yapılan en babayiğit “hizmet”, yolcuların kuru beton üzerine serip yatabilmeleri için dağıtılan karton ve mukavvalar! Olacak iş değil ama oldu işte.
Gelin görün ki, iktidar elinde tuttuğu propaganda gücü ile bütün bunların üstünü örterek var gücü ile İstanbul Belediyesi’ne ve Belediye Başkanı’na yükleniyor. O Belediye Başkanı da, pek çok CHP’li gibi iktidara koz ve malzeme vermeye devam ediyor. İstanbul gibi bir koca şehrin Belediye Başkanı elbette yabancı misyon şefleri ile görüşebilir, başka ülkelerin Büyükelçilerini kabul edebilir, onlarla yemek de yiyebilir. Bunda hiçbir sakınca yok. Yalnız, ısrar ve ikazlara rağmen kar lastiği takmadan yola çıkan sürücülerle bunca meteorolojik uyarıya rağmen o randevuyu iptal etmeyen Ekrem İmamoğlu arasında bir fark yok. Artık toy bir Belediye Başkanı değilsin Sayın İmamoğlu. Feleğin çemberinden geçip hakkını söke söke alarak geldiğin yerde nasıl davranacağını da bilmen lazım. Gerçi CHP Genel Merkezi’ndeki yetkililerin en aklı başında olanlarından biri sandığım Özgür Özel bile psikolojik, pedagojik temellere dayandırarak anlatması gereken bir konuyu “Ortaçağ” karanlığı ile izah etmeye kalkmadı mı? Bu mesele ilgili ilgisiz her konuda ortaya konacak, göreceksiniz. Nitekim Cem Küçük adındaki gazeteci, katıldığı bir TV programında, İstanbul Havalimanı’ndaki durumla ilgili soru yöneltildiğinde, hiç alakası yokken Özgür Özel’in “Ortaçağ” saçmalığına bağlantı yaparak giriş yaptı. Daha önce “Bu CHP Adam Olmaz/Akıllanmaz” temalı yazılar yazıp yayınlamıştım. CHP’den bir siyasetçi ya da onlarla özdeşleşen gazeteci, şair, yazar, sanatçı… Mutlaka biri ya da birileri çıkarak aykırı bir cümle kurar, bir davranışta bulunur ve her şeyi berbat eder. Bu kural şimdiye kadar hiç değişmedi. Öyle anlaşılıyor ki yine değişmeyecek. Karşıdaki algı oluşturma ustaları da bunu çok iyi bildikleri için onların zaaflarını kaşıyıp seyre koyuluyorlar.
Bir başka derdimiz ise troller. Hadi “maaşlı” oldukları iddia edilen gariban trollerden geçtim de, trol görünümlü okumuşlar var ya onlara ne diyeceğimi bilemiyorum. Mehmet Boynukalın diye bir profesör var mesela, İlahiyat Profesörü. Bir Ara Ayasofya Camii’ne “Baş İmam” olarak atanmıştı da ileri geri teweetler savurduğu için istifa etmek zorunda kalmıştı. Kar üzerine de biri önceden diğeri son kar yağışı üzerine yaptığı iki paylaşım düştü önüme. Önceki teweeti galiba Baş İmam olduğu döneme ait olmalı ki kar manzaralı bir Ayasofya resmi üstünde şu ifadeler yer alıyor:
“Hz. Peygamber’in fethini müjdelediği belde-i tayyibe beyaz elbisesiyle daha da güzelleşmiş… Tarihi yarımada gelinliğini giydi”
Çok güzel değil mi?
Peki ya şimdi? İşte en son kar yağışı ile ilgili paylaşımı:
“Hz. Adem ve Havva annemize yapılan hakareti savunanı Allah KARLA ÇARPAR; öyle elinizde balık ve rakı ile kalakalırsınız… Gereken dersi herkes çıkarır İnşaallah…”
Bilmem yorum yapmama gerek var mı? Aynı kişi, iki ayrı tarih, aynı konuda iki ayrı ve birbirinden tamamen farklı iki paylaşım… Şarkıyı anlamadığı kesin de, bir “İmam” olduğunun idrakine varamayıp cami mihrabında konuşulan “dil koparma” ifadesinden harekete geçtiği ortada. Malum, bu konuda AKP teşkilatlarının Sezen Aksu için 81 ilde suç duyurusunda bulundukları haberleri de yayılmıştı. Sayın Cumhurbaşkanı bu defa bir TV kanalında adeta Sezen Aksu’yu aklama yoluna gidince ters köşe oldular ama yaptıkları suç duyurularını geri aldılar mı, alırlar mı bilmiyorum.
“Din adamı” ya da “İlahiyatçı” sıfatı taşıyanlara, cami imamlarına bir şeyler oldu. Samsun’da görevli bir imam da, yaptığı bir benzetmeden sonra kelepçelenerek götürülen bayan gazeteci için ağza alınmayacak ve hele de “İmam” sıfatı taşıyan birine hiç yakışmayacak ahlak dışı bir paylaşımda bulundu. O İmam hala görevde tutuluyor mu bilmiyorum ama yazıktır, günahtır be!
İşte biz bunun için iflah olmaz, kurtuluşa eremeyiz. Siyasetin çirkin yüzü iliklerimize kadar işlemiş. İktidarla muhalefet en hayati konularda bile ortak hareket edemez, muhalefete mensup Belediye Başkanları dışlanır, Bakanlar ayrı Belediye Başkanları ayrı toplantı yaparak birbirlerini suçlarlar.
Aaah Merkel ah! Bizimkilere örnek olamadan gittin! Daha doğrusu sen örnek oldun da bizimkiler anlamadı. Almanya’da bir sel felaketi olmuştu da, Merkel asıl yıkımın olduğu Eyalet’e gitmiş, elini Muhalefet Partisine mensup Eyalet Başkanı’nın omuzuna atarak, “Derdiniz derdimizdir, ne gerekiyorsa yapılacaktır” demişti. Ne güzel bir haslet ve biz o haslete hasretiz.