Türkistan… Uçsuz bucaksız bir ülke; Türk Yurdu. “Büyük Türkistan” diye adlandırılan bu yurdun sınırlarını çizmek oldukça zor. Hattı nereden geçirirsek geçirelim mutlaka dışarıda kalan bölgeler olacaktır. Atalarımızın belli bir dönemden sonra gelip yerleştikleri Irak, Suriye ve İran’ın bir bölümünü dışarıda bırakarak İran Horasan’ından doğuya, kuzey-doğuya, kuzeye ve hatta kuzey-batıya doğru geçelim. Afganistan’ın kuzeyinden Pamir ve Hindikuş dağlarına, oradan Çin’in kuzey ve kuzey-doğusuna gidip Mançurya’nın batısı ile Moğolistan ve Sibirya’nın hemen tamamını kat ettikten sonra Hazar Denizi’ne ve Ural dağlarına ulaşalım. Böyle birkaç satırla şekillendirmeye çalıştığımız Türkistan’ın yüzölçümü 5 milyon 665 bin kilometre karelik bir alanı içine alıyor. Bu büyük ülkenin doğusundan batısına ve güneyinden kuzeyine uçakla seyahat etmek bile mesele. Yüzyıllar boyu bu geniş coğrafyada, bu büyük Türk Yurdu’nda çok acı çekildi, gözyaşı döküldü. Beterin de beteri varmış ve Türkistan’ın 1924 yılından itibaren Sovyet hâkimiyetine giren bölümü Batı Türkistan, daha sonra Çin’in kontrolüne geçen bölümü ise Doğu Türkistan olarak anılır oldu.
Sovyetlerin dağılmasından sonra bazı Türk toplulukları yine boynu bükük kalsa da Batı Türkistan’da Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan gibi bağımsız Türk devletlerinin bayrakları dalgalanmaya başladı. Doğu Türkistan’da ise Çin zulmü devam ediyor ve oradaki kardeşlerimiz dünya milletlerinin gözleri önünde eriyip gidiyor.
Doğu Türkistan, daha dün gibi yakın diyebileceğimiz bir tarih olan 20 Ekim 1949’dan itibaren Çin’in egemenliğine girdi. Çinliler bununla da kalmayıp Uygur Türkleri’nin “Shergiy Türkistan/Uyguriye – Uygur Yurdu” dedikleri bu Türk vatanına 1 Ekim 1955 tarihinde, sözüm ona “özerklik” statüsü verdiler ve adını da değiştirerek “Hsin-chiang Otonom Cumhuriyeti” (Sinkiang/Sincan Uygur Özerk Bölgesi) deyiverdiler. Oysa Ortaçağdan kalma bir el yazmasında bile bölgenin adı “Uygur Eli” olarak geçiyordu. Açıkçası, Türk yerleşik medeniyeti de oralarda başlamıştı… “Bozkurtlar” adıyla o kadim Türk Yurdu’nun romanlarını yazan büyük dava adamı tarihçi Nihal Atsız, “Türklerin Türküsü” adlı şiirinde, bugün orada öksüz ve yetim olarak durmakta olan atalarımızın kurduğu yerleşik medeniyetin nüvesini teşkil eden Turfan’ın bu özelliğini şöyle dile getiriyordu:
“Biz Turfan’ı yarattık uyku uyurken batı,
Nuh doğmadan kişnedi ordularımızın atı.
Sorsan şöyle diyecek gök denilen şu çatı:
Türk gücü bir yıldırım Türk bilgisi bir deniz.”
Evet… Türk gücünün “bir yıldırım”, Türk bilgisinin “bir deniz” olduğu dönemlerde o coğrafyada Hun Türkleri, Göktürkler, Ötüken Uygur Kağanlığı ve ilk Müslüman Türk Devleti olarak bilinen Karahanlılar hâkimiyet kurmuşlardı. Şimdi artık öksüz ve yetim olan Kaşgar, Beşbalık ve Turfan gibi önemli şehirler o topraklarda yeşeren kadim Türk medeniyetinin eserleriydi.
Keza, Türk tarih, kültür ve edebiyatında önemli bir yeri olan “Divan-ı Lügaat’it Türk” isimli eserin müellifi Kaşgarlı Mahmut, “Mutluluk Bilgisi” anlamına gelen “Kutadgubilig” adlı eserin yazarı Balasagunlu Yusuf Has Hacib ile “Hakikatler Basamağı” anlamına gelen “Atabetü’l Hakayık” isimli eserin yazarı Edip Ahmed de o topraklardan feyiz almışlardı. Atsız’ın deyimi ile “Uyku uyurken Batı”, atalarımız, sırrına bugün bile erilemeyen ve Karız adı verilen yer altı su kanalları vasıtası ile Tanrı Dağları’nın serin sularını getirerek sıcaktan kavrulan Turfan’ı verimli, mümbit bir ovaya dönüştürmüşlerdi. Uzun lafın kısası o topraklar bizimdi ve medeniyet denen güzellik bütün dünyaya oradan yayılmıştı.
Dersimiz elbette Tarih değil ama yukarıdaki özet bilgileri orada olup bitenlere “Fransız kalıp” kıllarını bile kıpırdatmayan siyasilerimiz ve Diyanet İşleri Başkanlığı için verdim; okuyunca belki ilgi gösterirler de daha detaylı bilgilere ulaşıp bir şeyler yaparlar diye!
Peki ya şimdi?
Türkiye’de başta iktidar partisi olmak üzere siyasilerimizle adeta bir merkezden idare edilen yazılı ve görsel yayın organları görmezden gelseler de dünya kamuoyuna yansıyıp bizdeki sosyal medyada paylaşılanlar Doğu Türkistan’daki Müslüman Türk varlığına uygulanan zulmü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Eylül ayı sonunda, Kazak asıllı olduğu için Nursultan Nazarbayev’in diplomatik dehası ile Çin işkence kamplarından çıkarılan Ömürbek, Türk Ocakları Genel Merkezi’nin davetlisi olarak Ankara’ya gelerek halka açık panelde orada yaşananları anlatmış, ben de kendisi ile röportaj yapıp Haber Erk’te yayınlamıştım. Buraya, o röportajın giriş bölümünü alıyorum. Ömürbek, yanında getirdiği zincirlerle aynı Çin kamplarında olduğu gibi ellerini ayaklarını bağlayarak konuşmuştu:
“30 Nisan 1976 tarihinde Turfan’ın Piçan kasabasında doğdum ve Pekin Milletler Üniversitesi’nden mezun oldum. Annem Uygur, babam ise Kazak Türkü. 3 bayan, 3 de erkek kardeşiz. Babam, annem ve diğer kardeşlerim de Çinlerin Türklere uyguladıkları işkence kamplarında idiler. Babam kampta ölmüş. Bu bilgiyi bana, her türlü tehlikeyi göze alan kardeşim iletti. (Ömürbek haliyle burada gözyaşlarını tutamadı, sonra yanında getirdiği zincirleri de göstererek devam etti) Uygur, Kazak, Kırgız demeden orada bulunan Türkler Çin tarafından tamamen katliama uğratılıyorlar. Kamplarda işte 7 kilo ağırlığındaki bu zincirlerle ellerimiz kollarımız bağlanmış olarak duruyoruz. Türkiye başta olmak üzere dünya bize sahip çıkmalı…”
Merak edenler o röportajın tam metnini Haber Erk Yazarlar bölümünde bulabilirler.
Peki, sahip çıkılıyor mu? Maalesef hayır! Üstelik orada bulunan kardeşlerimiz halis, temiz Müslümanlar ama bütün İslam ülkeleri gibi onlara asıl sahip çıkması gereken Türkiye’den de resmi bir ses duyulmuyor, diplomatik girişim yok. TBMM Başkanı gidip Çin Seddi’nde dalgalanan Kızıl Çin bayrağının önünde poz verebiliyor, Hazine Bakanlığı Çin’den 3 – 5 milyar dolar kredi alınacağını “müjde” olarak duyurabiliyor!
Son günlerde, ailesi Çin’in işkence kamplarında olduğu için sahipsiz kalan Rahmetullah Şirbaki isimli yavrucağın sokakta buz tutup kalan bedeninin resimleri yayınlandı. Bu resmi görüp etkilenmemek, insanlığa kahretmemek mümkün değildi ama Mısırlı Esma’ya, Filistinli Yahya’ya, Suriyeli Aylan Bebeğe ağlayıp yas tutanlardan ne bir ses ne bir nefes duyduk. Maksat Müslümanlıksa ben eminim ve iddialıyım ki Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz daha halis Müslümanlardır. Kaldı ki zulme uğrayanlara merhamet için Müslüman olmalarına da gerek yoktur.
Ömürbek’i Çin zulmünden kurtaran Kazakistan, geçtiğimiz günlerde 200 Kazak asıllı Türk’ü daha Çin’in işkence kamplarından söküp aldı.
Devlet yetkilileri, Dışişleri Bakanlığı artık, varsa öyle bir şey; “stratejik ortaklığın” gereklerini hatırlayıp bir adım atmalı ve Doğu Türkistan’da yaşayan kardeşlerimize uygulanan Çin zulmünü önlemelidirler. Büyük Devlet olmak bunu gerektirir.
Bir sözüm de elbet Diyanet İşleri Başkanlığı’na olacak… Milletimizin verdiği vergilerle Devlet’ten olağanüstü bütçeler alan ve camileri adeta “Hayır Toplama” kurumlarına dönüştüren Diyanet her ne hikmetse Doğu Türkistan’da yaşayan kardeşlerimiz için hiç yardım toplamamış, vaaz ve hutbelerde orada Müslüman Türklere yaşatılan vahşeti konu etmemiş, ettirmemiştir. Varsa yoksa Filistin, Suriye, Somali, Arakan, son zamanlarda da Yemen… Elbette onların derdi ile de dertlenilecek de peki ya Karabağ? Ya Doğu Türkistan? Bazı din görevlilerine bunu hatırlattığımızda, “Nerede zulme uğrayan varsa dedik ya” diye geçiştiriyorlar ama asla Doğu Türkistan demiyorlar. Ben de hatırlatıyor ve göreve davet ediyorum: Din kardeşliği ise din kardeşliği, Müslümanlıksa Müslümanlık, Zulme uğramaksa hem de ne zulüm, muhtaçlıksa hem de ne muhtaçlık!
Şu son iki resme bakar mısınız? Evi basılan çaresiz bir Uygur Türkü bacımız ve Çin askerinin ayakları altına saçılan Kur’an-ı Kerim’le başka dini kitaplar. Öbür resimde de bir mescit içinde Kıble’de ve cami girişinde Kızıl Çin bayrağı! İşte Doğu Türkistan’daki kardeşlerimiz bu şartlar altında inançlarını yaşamaya çalışıyorlar ve biz onlara karşı sağır, dilsiz ve körüz. Allah bunun hesabını sormaz mı?
Evet, ey siyaset, ey Diyanet; onlar da Müslüman, onlar da zulme uğruyorlar, onlar da muhtaçlar; haberiniz var mı, yok mu? İşte tebliğ ettim; şahit ol Ya Rabbi, şahit ol Ya Rabbi, şahit ol Ya Rabbi!..