Gelişmiş toplumların yüzü geleceğe dönüktür, geçmişe takılıp kalmazlar. Çünkü geçmişi değiştirmek mümkün değildir, ama geleceği şekillendirmek, talep ve beklentilerimize göre inşa etmek elimizdedir.

Daha yaşanabilir bir ülke, geçmişte kalarak, yahut bugüne taşıyarak kurulamaz.

Gündemi geçmiş olan toplumlar, geleceklerini kaybederler.

On yıllardır geçmişimizle boğuşuyoruz. Çok değil 30-40 yıl önce –fert başına  bizimle aynı milli gelire –sahip olan ülkelerin gerisinde kalmamızın nedeni budur.

Bunun en yakın ve en bilinen örneklerinden biri Güney Kore’dir.

Güney Kore’nin GSMH (Gayri Safi Milli Hâsıla)’sı, 1960 yılında Türkiye’nin dörtte biriyken, 1980’de Türkiye’nin yaklaşık bir buçuk katına çıktı. Bugün ise en az üç katı.

Elbette tek sebep geçmişte kalmak değil, Güney Kore ihracata dönük yatırım yaptı ve 50 yıl içinde en gelişmiş ülkelerden biri haline geldi. Samsung bugün ABD’nin İpone’si ile yarışıyor. Hundai, Ssang Yong gibi markalar da Güney Kore’nin uluslararası pazarlarda rağbet gören otomobil markaları.

Dünyada bir ticaret ve üretim yarışı yaşanırken biz hala –tarihi şahsiyetler üzerinden- hesaplaşarak memleketi kurtaracağımızı sanıyoruz. Bazıları için ülkenin kurtuluşu Atatürk’ü kötülemek ise diğer bazıları için Abdülhamit veya Osmanlı. Halbuki  o günden bugüne dünya o kadar değişti ki, geçmiş bize bir taklit ve tekrar örneği değil, ancak kendimizi anlama ve tanıma kaynağı olabilir. Geçmiş zaten bugünde gizlidir, onu topyekün bugüne taşıyamazsınız.

Bu iç boğuşmaların, geriliğin tek sebebi elbette –geçmişle hesaplaşmak- değil. Bir sebebi de geçmiş konumlarını kaybeden kurum ve kişilerin eski statülerine dönme çabalarıdır. İslam, ruhbanlığı ve bir ruhbanlar sınıfını reddeder. Allah’a giden yol, Kuran’da ve şanlı peygamberin sahih sünnetinde gösterilenlerdir. Lakin o yolda yürümeyi din adamlarının kılavuzluğu ile mümkün ve zorunlu kılan veya gören bir din algısı oluşturulmuştur. Bu o kadar ileri bir noktaya varmıştır ki, din adamı her konuda konuşan, her şeyi bilen bir konuma yerleştirilmiştir. Oysa herkesin bilgisi uzmanı olduğu veya eğitimini aldığı alanla sınırlıdır. Din adamı dini konularda irşat ve yönlendiricilik yapabilir, yapmalıdır da, ama diğer konuları ehline bırakmakla yükümlüdür. Bizde vaizler, tarih, siyaset, askerlik aklınıza ne gelirse konuşurlar. Öyle ki son yıllarda camiler, minberler dinin siyasete meze edildiği alanlar haline geldi. Toplumu kutuplaştıran konular vaazlara taşındı. Camiler, birliğimizi, kardeşliğimizi pekiştiren mekanlar olması gerekirken, bazılarını dinden, diyanetten uzaklaştıran mekanlar oldu. Doğru olan vaazlarda toplumun ihtilaf ettiği konuları değil, ittifak ettiği konuları konuşmaktır. Aksi takdirde fitneye kapı aralanır ve cami esas fonksiyonunu kaybeder.

Geçmişin kavgalarını bugüne taşıyıp sürdürmek, bu milletin enerjisini  yine onu zayıflatmak ve tüketmek için kullanmaktır. Oluk oluk Müslüman kanı akarken, daha hala İsrail’i ve ehli keyf Arap liderlerini suçlamak yerine,  sorumluluğu Lozan’a ve tabi Mustafa Kemal’e yıkmaya çalışmak ahmaklıktır. Atatürk de bir fani ve kuldur.  Lakin, Allah, kurtuluş savaşının liderliğini ona nasip etmiştir.

Birilerini parlatmanın yolu, birilerini şeytanlaştırmak olmamalıdır. Geçmiş, geçmiştir! Suçu geçmişe yıkmak, acizlik,  korkaklık ve sorumluluktan kaçmaktır. Bu kafa ile ne kendi dünyamızı mamur edebilir, ne de Türk-İslam dünyasına ışık olabiliriz. Çünkü her parlayanı boğan, her güneşi  karartan, kendi kendimizle boğuşmayı Müslümanlık sayan  baskın bir  din zihniyetine sahibiz. Bu ülkede büyük bir kitle hala hocaların ağzına bakmakta, onların  söylediği her sözü din  olarak algılamaktadır. Onun için din adamları  ve hocalar düzelmedikçe bu kısır çekişmelerden kurtulmak mümkün değildir