Başkent Gaz tarafından Kızılay’a bağışlanmış görünüp belli bir komisyon alındıktan sonra “Al gülüm ver gülüm, benim param çok al da sen kullan gülüm” muhabbetiyle Ensar Vakfı’na aktarılan 8 milyon dolarlık para gündem olmuş, ben de bir önceki yazımı bu konuya ayırmıştım. Bu oldukça önemli bir konudur ve unutulmaması, unutturulmaması gerekir. Bu tür ahlâk ve etik dışı uygulamaların önü alınamazsa hiçbir kişi ve kuruluşa güven kalmaz ki sonu hem kurum ve kuruluşlarımız hem de devlet ve milletimiz için yıkım olur.

Kızılay Başkanı Kerem Kınık, yapılan bu şaşırtmacanın “kitaba uygun olduğunu” anlatmaya çalışırken bir televizyon kanalında kaş yaparken göz çıkarmaya benzeyen bir cümle kullanmıştı malum: “Vergi kaçırmak başka, vergiden kaçınmak başka!” Bu ifade epeyce tepki topladı. Çok geçmeden o sözün patentinin şu anda firarda olan “Çiftlik Bank Mucidi” Tosuncuk’a ait olduğu anlaşıldı. Bu tür işleri yapanların kafası aynı mı çalışır, yoksa bu cümleyi kullanmak için Tosuncuk’tan izin alınmış ya da telif ödenmiş midir bilmiyoruz doğrusu. Ama “Vergiden kaçınma” konusunda herkesin kafası karışık olduğu için açıklığa kavuşturmakta fayda var. Öncelikle ifade edelim ki, vergiden kaçınma meselesinde hem Tosuncuk hem de Kerem Kınık doğruyu söylemeyip lâfı dolandırıyor, asıl maksatlarını gizliyorlar. İşin doğrusu şudur:

Mesela her türlü sosyal ve mali imkâna sahip olan biri ya da birileri “Amaan bu işin vergisi var algısı var. Notere gideceksin, tapuya çıkacaksın, vergi dairesine para yatıracaksın, olmadı banka işleriyle uğraşacaksın” diyerek zaruri ihtiyacı dışında gayrimenkul sahibi olmaktan, fazla resmi işlere bulaşmaktan çekinirse vergiden de KAÇINMIŞ olur. Mandıra Filozofu Filmi’nin başkarakteri Mustafali gibi “Azıcık aşım kaygısız başım” tarzı yaşamayı tercih edenleri de bu sınıfa sokabiliriz. Bir de mesela, alkol ve sigaraya peş peşe gelen vergi zamlarına kızanlara, bırakmak isteyip de bırakamayanlara işte fırsat, işte gerekçe: “Ne bu lanet olası şeyleri içerim ne de o vergiyi veririm” deyip bırakırsanız hem vergiden kaçınmış hem de kendinizi ve ailenizi kurtarmış olursunuz! Bunların kanuna ve ahlâka aykırı bir yanı yoktur. Amma velâkin, devlete vergi vermemek için “Nasıl olsa vergiden düşülüyor” diye Kızılay ya da Yeşilay üzerinden film çevirmek düpedüz vergi kaçırmaktır. Elbette art niyetsiz olarak Kızılay’a bağışta bulunmanın hiçbir mahzuru yoktur ama yaşanan örnekte görüldüğü üzere bir “Al gülüm ver gülüm” numarası varsa yakışık almaz. Bu durum kanuna da hukuka da ahlâka da, örfe de aykırıdır, etik değildir.

Kaldı ki bu “Al gülüm ver gülüm” işleri bitmek bilmiyor. Gemiler/Gemicikler Panama ya da Malta bandıralıdır, şirketler Man Adası’nda kurulur, paralar/paracıklar oradan oraya aktarılır… Millet artık bu işlerden yoruldu, canı sıkıldıkça sıkılıyor.

Başkent Gaz - Kızılay - Ensar üçgeninin ortaya çıkışından itibaren iki güne yakın bir sessizlik olmuştu. O arada öğrendiğimiz bir şey daha oldu ki meğer işin içinde iş varmış! Önceden yazdıklarımız doğru da, “hülle” yalnızca Kızılay’la Ensar arasında olmayıp üçgen dörtgene, beşgene evrilivermiş! Şöyle ki, Ensar da bu parayı Türkiye’deki bazı kamu kuruluşlarına ait arsalarla taşınmazları “bağış”, “hibe” vs. yollarla sahiplenmenin yanında Amerika’ya da uzanan başka bir vakfa aktarmış. Bu vakıf, TÜRGEV/ENSAR birleşmesinden oluşup bazılarının çocukları gibi ABD’de doğduğu/kurulduğu için bir bakıma “Vatandaşlık hakkı kazanarak” orada faaliyet gösteren TÜRKEN (TURKEN FONDATION)!

ABD yasalarına tabi olan TURKEN, orada çok amaçlı, çok kazançlı bina/yurt yapıyormuş. Galiba rahmetli boksör Muhammed Ali’nin çiftliğini de satın almışlar falan filan da, yapılan yurt zaten paralı olacağı için “bağış” adı altında verilen paralar “hayır” yerine geçer mi geçmez mi ayrı bir konu!

Bu arada Başkent Gaz’ın patronlarına da bir çift sözüm olacak: Hayır işlemeyi seven kişiler iseniz ve bir kalemde 8 milyon dolar bağış yapabilecek kadar kâr ediyorsanız soğuk kış günlerinde doğalgaz faturaları altında ezilen vatandaşlara bir iyilik ve güzellik yaparak ücretlerini indirseniz ya da birer aylık fatura bedellerini bağışlasa idiniz eminim ki daha çok sevap kazanırdınız!

Bütün bu olup bitenleri savunan troller ve hatta “Avukatlık” kimliği taşıyan kişilere de şaşmamak mümkün değil. Efendim “Bu aktarma dönderme işi bir yıl mı iki yıl mı önce olmuş da niye şimdi gündeme getiriliyor” diyerek kanundaki boşluğa sığınıp işin hukuki ve ahlâki yönünü görmezden geliyorlar. Oysa bir – iki yılı bırakın; ister on, ister yüz sene önce olmuş olsun; yanlışa yanlış, doğruya da doğru demek gerekmez mi?

Bu işte açık ve net olarak bir “Vergi kaçırma” operasyonu var mı? Var! Kelime oyunu yaparak adına “Vergiden kaçınma” deseler de durum ortada. Zamanında halisane niyetler ve ulvi gayeler için Kızılay ve Yeşilay derneklerine yapılan bağışların tamamı vergiden muaf tutulmuş. Derneklerin kuruluş gayeleri belli, yıllar yılı yaptıkları iyiniyetli çalışmalar ortada olunca bir zaman gelip de kötü niyetlere alet edilebilecekleri düşünülmemiş bile ama ne yazık ki o zaman gelip çattı işte; Kızılay, kara para aklama ya da vergi kaçırma düzenbazlığında basamak tahtası olarak kullanılabiliyor. Üstelik yaşanan son örnekte olduğu gibi Kızılay, komisyon ücreti de alarak bu işe doğrudan alet oldu. Şimdi aklımıza deli sorular geliyor artık: “Acaba bu ilk mi idi, önceden de aracılık edildi mi? Kızılay gibi Yeşilay üzerinden de benzer operasyonlar yapıldı mı, yapılıyor mu?..”

Ben bir Vergi Denetmeni olsa idim, “Bu işte kanuna karşı hile var” diyerek işlem yapardım. Yine ben bir Savcı olsa idim soruşturma başlatırdım. Sahi, Kanunlarla, Yönetmeliklerle çok oynandığı için bilmiyorum; Kızılay ve Yeşilay Sayıştay denetimine tabi tutuluyorlar mı tutulmuyorlar mı? Tutuluyorlarsa ve ben bir Sayıştay Denetçisi olsa idim bu konuda okkalı bir rapor hazırlardım. Diyanet İşleri Başkanı olsa idim “Böyle düzenbazlıkların dinde yeri olmadığını” anlatan vaazlar verdirir, hutbeler okuturdum. Ve dahi ben Hazine ve Maliye Bakanı, -kaldırılmış olsa da- Başbakan, hadi Başbakanlık yoksa da Cumhurbaşkanı olsa idim ya da olsam/olursam bu düzenbazlıkları mutlaka cezalandırırdım! Hiçbirisi olmadığıma ve olamayacağıma göre vergisini veren ve hakkını arayan bir vatandaş olarak ikaz ediyor, düşünme ve söz söyleme hürriyetimi kullanıyorum.

Vergi konusu oldukça hassastır. Onun için devlet de millet de bu konuda dikkatli olmak zorundadır. Devletimizi yönetenlere, devletimize bağlı kurum ve kuruluşlarla “Hayır Kurumu” hüviyetine sahip dernek ve vakıflara yol göstermesi için bazı hususları hatırlatmakta fayda var. Bu hatırlatmanın onlara daha inandırıcı gelmesi için de kendilerine çok yakın olan ve “İktidarın Fetvacısı” olarak isim yaptıktan sonra bazı konularda alınganlık göstererek yazı yazmayı bıraktığını açıklayan Prof. Dr. Hayrettin Karaman’dan alıntı yapıyorum. İşte, Karaman’ın, “Hayrettinkaraman.net” isimli kendi sitesinde yayınladığı “Meşru Verginin Şartları” başlığı altında sıraladığı maddeler:

1. İsrafsız işletilen devlet maliyesinin vergiye ihtiyacı bulunacak, başka bir kaynaktan bu ihtiyacı gidermek mümkün olmayacaktır.

2. Vergi yükü vatandaşlara adâletle dağıtılacak, vergi ihtiyaç fazlası maldan ve gelirden âdil ölçüler içinde alınacaktır.

3. Toplanan vergi gelirleri, İslâm'ın meşrû gördüğü, cevaz verdiği amme menfâatlerine ve hizmetlerine sarfedilecektir.

4. Verginin konması, toplanması ve sarfına ait esaslar ve kaideler, usûlüne uygun danışma yoluyla tesbit edilecektir.

Bütün bunların aksine AKP belediyeciliği ile iktidarları döneminde onulmaz yaralar açan ve daha da açacak olan yanlış bir uygulama başlatıldı. Belediye ve kamu kuruluşlarından ihale alanlar ya da almak isteyenlerle bazı pazarlıklar yapılarak birtakım işler istenip yaptırıldığı biliniyor. Yaşadığım bir örneği anlatabilmem için isterseniz önce, Pensilvanya’daki çiftliğinde sefa süren terörist başının, “Mezardaki ölüleri bile evet oyu vermeye” çağırdığı 12 Eylül 2010’da yapılan Referandum öncesine doğru gidelim. 5 Eylül 2010 tarihli Yeniçağ Gazetesi’nde ve Selcen Taşçı’nın köşesinde “Soytarılık İftarı” başlığı altında yayınlanan yazımdan bazı satırlar:

“…Bir dostumun iftar daveti vardı. Gideceğim yer Ankara trafiğinde yarım saatlik mesafede idi ama ne olur olmaz diyerek arabamla yaklaşık 1,5 saat önce hareket ettim. Kâzım Karabekir Caddesi’ne doğru geldiğimde büyük bir karmaşa ile karşılaştım. Trafik ilerlemiyor, sürücüler küplere biniyor, protesto kornaları çalınıyordu. Adım adım ilerlerken ilerde, ara sokaklardan ağırlık taksiler ve minibüslerde olmak üzere flamalı, pankartlı araçların trafiğe karıştığını ve büyük bir keşmekeş yarattıklarını fark ettik. Flamalarda ne olduğunu bir süre sonra okuyabildim: Milletimizin, devletimizin başka hiçbir derdi yokmuş gibi durduk yere ortaya çıkarılan ve takvimlerde sanki başka hiçbir gün yokmuş gibi Ramazan Bayramı’nın peşine takılıp netameli 12 Eylül gününe yerleştirilen “referandum”la ilgili kullanacakları oyu işaret eden bir kelime!”

Meğer İstanbul’daki Esenyurt Belediyesi 40 bin kişiye iftar vermişmiş de, hiçbir şeyden geri kalmak istemeyen “Parselci” Melih 50 bin ya da daha fazla kişiye iftar vererek “İftar rekoru” kıracakmış! Dine de aykırı, örfe de aykırı, tamamen israf, şatafat, gösteriş kokan bir faaliyet ve taksileri, halk otobüslerini, bilmem ne odalarını seferber ettikleri için tıkanan trafikte evlerine yetişemeyen, ekmek götüremeyen insanların bedduası…

Her ne ise; nereden nereye… “İftar Rekoru” saçmalığından yıllar sonra sokağımızda yapılan bir kanalizasyon çalışması sırasında Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne iş yapan firmalardan birinin sorumlu mühendisi ile tanıştık. İşçiler ve teknik elemanlar çalışırlarken biz de sohbet ediyorduk. Laf döndü dolaştı o “İftar Rekoru” meselesine geldi. Mühendis arkadaş anlamlı anlamlı gülünce doğrusu şaşırmıştım. Meğer bir bildiği varmış, anlattı: “Melih, o iftar için bizim patrondan 35 milyar istemiş. Verdiniz mi diye sordum, ’35 değil ama 20 milyar verdim’ dedi!”

Koskoca Ankara Büyükşehir Belediyesinden ihale alan kaç müteahhit vardır kim bilir? Hepsinden 15’şer 20’şer milyar TL alındığını düşünebiliyor musunuz? Adam, istenen parayı vermese bir daha ihale alamayacak. Verse bir türlü vermese bin türlü! Ayrıca, sık sık bazı iş adamları ile müteahhitlerin vergi borçlarının silindiğini duyuyoruz. Bunlar hiç de tasvip edilecek işler değil. Son yaşadığımız örnekte o 8 milyon dolar Kızılay’da kalsa ve dertlilere derman olsa idi mesele yoktu ama dolaylı yollardan Amerika’da faaliyet gösteren bir vakfa gidince iş değişiyor. Bilindiği kadarı ile o vakfın kurucuları ve yöneticileri Türkiye’deki iktidar sahiplerinin yakınları. Keşke Kızılay bu işe hiç karıştırılmasa idi!

Yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi belediyeler başta olmak üzere resmi kuruluşlarla müteahhit ilişkilerinde karşılıklı menfaatler ön plana çıkıp hayır yapma işi lekelenebiliyor. Onun için ben, çevrede başka cami olmasa bile müteaahhitlere yaptırıldığını, temelinde gönül ve Allah rızası olmadığını bildiğim bir cami varsa/olursa orada Cuma Namazına dahi gitmeyeceğimi beyan ediyorum.

Kısacası, köklü kanunları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde sağlam örfü, yüce ahlâki değerleri, hak, hukuk ve adaleti gözeten bir dine mensubiyeti olan Türk Milleti içinde değil de bazı arkadaşların ifade ettikleri gibi gerçekten tımarhanede mi yaşıyoruz bilmiyorum. Dini değerlerimiz yıpratıldı, ahlâk bozuldu, köklü kuruluşlarımız tar u mar edildi. Hülle üstüne hülle yapıp haram üstüne haram işleyen, israf ve şatafattan kaçınmayan bir anlayışla iflah olunmaz, iflas edilir. Korkarım ki iflasın eşiğindeyiz!