Günümüzde pek çok kavramın içi boşaltıldı, dini ve milli değerlerimizin unutturulması için ne gerekiyorsa yapılıyor. Bir önceki yazımızda da belgelediğimiz gibi yüce dinimiz İslamiyet giderek hurafecilerin eline kaydırılıyor, bu konuda sorumlu olan Diyanet İşleri Başkanlığı adeta seyrediyor, siyaset kurumu ise sinekten yağ çıkarma hesabında olduğu için, başına gelen 15 Temmuz felaketinden de ders almamış görünerek olup bitene göz yumuyor.
Milli birlik ve beraberliğimizin nişaneleri olan 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 30 Ağustos gibi bayramlarımız adeta devlet eliyle dumura uğratıldı. Millet olma şuurunun nişanelerinden biri olan “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü dağlardan taşlardan ve hatta askeri birliklerden kaldırılalı çok oldu. İlkokullarda söylenen Andımız’ın meşhuur “Dolmabahçe Mutabakatı”nın ve dolayısıyla PKK’nın talebiyle yasaklanması da içimizdeki şer güçlere verilen tavizlerden biri idi. Bu Ahval ve şartlar altında, son yıllarda çok ama çok şikâyet ettiğimiz hukuk sisteminin bir parçası olan Danıştay’ın aldığı kararla Andımıza iade-i itibar edilmesi ise elbette sevindiricidir.
Andımızın sözlerini yazıp uygulamaya koyan Atatürk dönemi Milli Eğitim Bakanlarından Reşit Galib’in bazı siyasi tercihlerinden yola çıkılarak iade-i itibara sevinenlerin moralini bozmak doğru değildir. Çünkü Andımız bir bakıma sembolleşip yerleşen kazanılmış bir haktır, Danıştay da bu hakkı iade etmiştir. Başta Bekir Bozdağ olmak üzere bu karardan rahatsız olarak feveran eden bazı AKP milletvekillerinin geçmişte Fetö’ye övgüler düzen kişiler olduğu unutulmamalıdır. Genel Başkan olduktan sonraki hemen bütün beyanatlarında Türklüğe, Türk milliyetçiliğine, Atatürk’e hakaretler eden ve yandaşlık avantajını kullanarak Türkiye Kamu Sen’e karşı sayısal üstünlük sağlayan Memur Sen başkanı da “Bu kararı tanımayacaklarını”açıklamış, sendikasına bağlı Eğitim Bir-Sen şubeleri geniş katılımlı olmasa da protesto gösterileri düzenlemişlerdir. Demek ki kendilerini hukuktan üstün görüyorlar. Türk milliyetçileri zımnen/istemeyerek/dolaylı olarak da olsa bu güruhu destekler duruma düşmekten şiddetle kaçınmalıdırlar. Bu davayı açan ve kazanan Türkiye Kamu Sen böylece, vatanını milletini sevenlerin toplanması gereken yegâne sendika olduğunu bir defa daha göstermiştir. Memur Sen’in feveranının altında yatan sebeplerden birinin de bu olduğu açıktır. İşte, daha önce Manisa’da yaptığı seçim konuşmasında, “Öğrenci Andı’nı evinin önünde okutmazsam namerdim” diyerek o dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan’a gönderme yapan MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’ye de fırsat doğmuştur ve artık hukuki bir zemine kavuşulmuştur.
AKP dönemlerinde yıpratılan değerlerimizden biri de Osmanlı’dır. Osmanlı İmparatorluğu elbette hepimizin gururu idi… Gelin görün ki her işe alet edildi, saçma sapan yerlerin/işlerin, derneklerin başına “Osmanlı” ibaresi konularak tılsımı bozuldu. Hataları ve sevapları ile Sultan Abdülhamid bir değerdi ama hataları yok sayılıp sevapları abartı üstüne abartı yapılarak ve hatta hurafelerle bezenerek anlatılmaya başlandığı için kabak -hem de çiğ kabak- tadı vermeye başladı.
Ekonomi tılsımlı bir ilim, onunla oynayanların başında da Demokles’in kılıcı vardı, o kılıç ha indi ha inecek ve artık zamlardan başını alamayan millet nerede ise masallardaki gibi zil takıp oynayacak! “Varlık Fonu”, şu fonu bu fonu derken işin adeta bir aile şirketine dönüştürülmesi de üstüne tuz ve biber ekti.
Eğitim en hassas konu, geleceğimizi bina edeceğimiz yapının temel taşı idi oynaya oynaya oynandı, yap-boz tablolarında olduğu gibi doneler oradan alınıp buraya kondu ama tablo bir türlü tamamlanamadığı gibi içinden çıkılmaz bir hal aldı. Öyle ki, daha önce Bakanlık yapan birinin, Bakanlık’tan ayrıldıktan sonra, “Milli Eğitimin içine ettik ki, elli senede düzeltilemez” dediği bile söylendi.
Hak, hukuk, adalet dersen aynen rahmetli büyük şair Abdürrahim Karakoç’un mısralarında ifade edildiği gibi: “Adalet felç oldu, yürür değnekle!”
İnsanlarda da bir tuhaflık, bir ahlâki çöküntü var. Dolup taşan cezaevleri ve buna rağmen önü ardı alınamayan hırsızlık, gasp, taciz, tecavüz, çocuk kaçırıp hunharca canlarına kastetme eylemleri…
Velhasıl, zamanında “İnsanoğlu çiğ süt emmiştir sağı solu belli olmaz” diyenlerin bir bildiği varmış; eline düşmeye gör!
Misaller çoğaltılabilir de biz, “insanoğlunun eline düşmeye gör” sözünden yola çıkarak hikâyemizi anlatalım; ders alma kabiliyeti olanlar alsın, olmayanlar da ne yapalım; kaderlerine yansın!
Efendim, malumdur ki aslan “Ormanlar Kralı” olarak nam salmıştır. Bir gün dolaşırken, yolunu kaybettiği için bocalayıp duran bir kediye rastlar ve hayretler içinde bakakaldıktan sonra kendi kendine söylenir:
“- Şu işe bak! Tıpkı bana benziyor ama çok küçük. Aslan yavrusu desem değil de şu bıyıklar, şu pençeler, şu eda, şu naz!..”
Homurdanınca, dikkat kesilip kendisine bakan kediye doğru seslenir:
“- Hele anlat bakalım sen kimsin? Bana benzersin ama benden değilsin! Buralarda da hiç görmemiştim; nereden gelip nereye gidersin?”
Kedi korkmuş korkmasına da biraz kendini toparladıktan sonra çaresizlik içinde cevap vermiş:
“- Ben insanoğlunun zulmüne uğradım da böyle çelimsiz kaldım ey Kral amcam, yardım et bana!”
Aslan adı üstünde Kralmış ama despot değilmiş. Yufka bir yürek taşıyormuş o da:
“- Tamam, yeğenim, demiş. Düş önüme de göster bana sana zulmeden o insanoğlunu!”
Kedi önde, aslan arkada ormanın içlerine doğru ilerlemişler. Ağaca ha bire vurulan balta sesleri duyulmaya başlayınca kedi duraklayıp korku yüklü sözcüklerle konuşmuş:
“- İşte, bana zulmeden insanoğlu şu çamı devirmeye çalışan kişidir. Öcümü al ne olur!”
“- Hiç merak etme, demiş Aslan. Arkama düş de gel şimdi!”
Oduncu, karşısında birdenbire aslanla kediyi görünce şaşa kalmış. Elindeki baltayı ne yapacağını bilememiş derken aslan kükreyerek pençesini gösterip seslenmiş:
“- Ey gaddar insanoğlu! Benim amcaoğluna zulmeden sensin demek… Şimdi cezanı vereyim de gör bakalım!”
Aslan üstüne doğru yürürken, elindeki baltayı var gücü ile kütüğe saplayan oduncu yalvarmış:
“- Ey Ormanlar Kralı, ben ettim sen eyleme; evde çoluk çocuk merak eder. Hem, ben olmayınca onlar aç susuz kalırlar. Bari şu baltamla urganımı eve bırakıp gelmeme müsaade et, ne olur!”
Yufka yürekli dedik ya, aslan insafa gelip izin vermiş ama oduncunun oyunundan habersizmiş. Kütüğe sapladığı baltayı işaret ederek seslenmiş:
“- Teşekkür ederim ey Ormanlar Kralı! Yalnız, baltamı çıkaramıyorum. Senin pençelerin kuvvetli; bir el atsan da çıkarıversen!..”
Aslan bu, gücüne güvenmeyecek de ne yapacak! Baltayı bir eliyle kavrayıp öbür eli ile saplandığı yeri kontrol ederken balta çıkınca eli arada sıkışıp kalmasın mı? Bunu fırsat bilen oduncu da tabana kuvvet kaçmış da kaçmış!
Zor bela elini kurtarıp pençelerine hasar veren aslan hırsından deliye dönmüşse de çare yok; giden gitmiş, olan olmuş. Sakinleşince kediye seslenmiş:
“- Ey amcaoğlu! Sen yine haline şükret. Ben bu insanoğlunun eline düşse idim kim bilir ne hallerde olurdum!..”
İşte böyle ve kıssadan hisse… İnsanı dinden çıkaran hocalar, siyasetten soğutan siyasetçiler, insanlıktan utandıran insanlar…
Sahi, bilmem ki bu kıssayı anlatmakla ben ne murat ettim, sizler ne anladınız!