İran… Baştanbaşa tarih, baştanbaşa Türk kokan, Türk eserleriyle bezenen, Selçuklu atamız başta olmak üzere gelip geçen, konup göçen Türk boylarına yurt olan, Tuğrul Beyimizi bağrında yatıran, Türkiye’mizi Turan’a bağlayan güzel ülke.
Tarih boyunca başına büyük işler açılmış, bizde olup bitenlerden beter ihtilaller ve hatta rejimi kökten değiştiren devrimler görmüş bir ülke, bir devlet ve bütün bunları yaşayan bir millet. Farisi ağırlıklı yönetimi olmasına rağmen nüfusunun yaklaşık yarısı öz be öz Türk ve Türklerin ağırlıklı olarak yaşadıkları bölge zaten Güney Azerbaycan olarak biliniyor. 2013 yılında katıldığım İran gezisinde bu ülkeyi gezip hayran olmuştum ama asıl hayranlığım o tarihten tam on bir yıl önce İstanbul Çırağan Sarayı’nda başlamıştı!
“Çırağan Sarayı ve İran… Ne alâkası var” diyebilirsiniz tabii… Onun için açıklama yapmalıyım. 16 Eylül 2002 tarihinde İstanbul’daki ecdat yadigârı Çırağan Sarayı’nda UNESCO tarafından, hatırladığım kadarı ile 90 ülkenin Kültür Bakanı’nın katılımı ile “Somut Olmayan Kültürel Miras” toplantısı yapılmıştı. Bu toplantıya ülkelerin Kültür Bakanları ve bürokratlarından başka, görüşülecek konularla ilgili kurum ve kuruluşlardan temsilciler de katılmıştı. Mesela o zamanın Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ile Rum-Ortodoks Patriği Bartalemeos da orada idiler. Biz de, arkadaşım Cemal Tuzcuoğulları ile birlikte Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) adına toplantıda hazır bulunmuştuk.
Mutad olduğu üzere yapılan protokol konuşmalarından sonra görüşmelere geçilmişti ve her ülkenin Kültür Bakanı ya da ilgili bürokratı konuşmasını yapıyor/bildirisini sunuyordu. Türkiye temsilcimiz dahil konuşmalar genellikle İngilizce olarak yapılıyor, önceden organizasyon bürosuna verilen metinler İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi dillerde teksirle çoğaltılıyor, biz Cemal Bey’le birlikte, Türkiye’de yapılan ve bütün hazırlıkları, organizesi Kültür Bakanlığımızca yapılan bir programda spontane/anında yapılan tercümelerde bile Türkçeye yer verilmemesini hayretle karşılıyorduk. Derken İran temsilcisi kürsüye geldi ve konuşmasına başlarken özellikle bizim yetkililere çok güzel bir ders verdi: “Ben çok güzel İngilizce konuşabiliyorum ama bildirimi kendi dilimde, Farsça olarak sunacağım!” Oturduğum yerden, “İşte bu” dediğimi hatırlıyorum ve İran’la ilgili bir mesele konuşulurken yeri geldikçe bu örneği verip duruyorum. Gerçekten çok hoşuma gitmiş, “İşte şahsiyetli duruş, tutarlı devlet politikası budur” diye mırıldanmıştım.
Sözünü ettiğim İran seyahatim sırasında da dışarıya aksettirildiği ya da dışarıdan bilindiği gibi çok katı bir uygulama olmadığına, mesela Şiraz’daki İrem Bağı’nda Mimarlık Fakültesi öğrencilerinin kızlı erkekli oturup çizimler yaptıklarına, kadınların çarşafla değil, başları yarı açık olarak dolaştıklarına, resimlerini çekmemize engel olmadıklarına şahit olmuştuk. Şahlar dönemine son vermelerine rağmen Nihaveran Sarayı’nda son İran Şahı Pehlevi ve modern giyimli eşi Ferah Diba’nın portreleri ile kullandıkları eşyaları olduğu gibi muhafaza ederek sergilediklerini de gördük. “Reddi miras” etmemişlerdi. Diğer müzelerinde de, o topraklarda Zerdüştlük, Mecusilik, Şahlık dönemleri, İlhanlılar, Selçuklular, Kacarlar, Zendiler gibi hangi hanedan, hangi inanç hâkim olmuş ve gelip geçmiş ise onlardan kalan eserleri muhafaza ediyorlardı.
Malum; Humeyni devriminden sonra İran adeta feleğin çemberinden geçirildi. Ülke yıllarca Amerika ve Avrupa Birliği ülkelerinin uyguladıkları ekonomik ambargo ile boğuştu ama hiç pes etmedi. Kendilerince şahsiyetli bir politika uygulamaya devam ettiler. Irak, Suriye, Libya ve hatta Mısır’dan sonra “Sıranın İran’da olduğuna” dair söylentilerin ardı arkası kesilmedi. Ülke zaten zor durumda idi. Petrolünü serbestçe satamıyor, zaruri ihtiyaçlarını alamıyordu ama buna rağmen bölgede etkin bir yeri vardı. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerde oldukça etkili idi ve o ülkelere yapılacak daha büyük operasyonlarla “Büyük İsrail” projesi üzerinde en büyük engel olarak görülüyordu. Ordunun yanında ikinci bir güç olarak oluşturulan “Devrim Muhafızları” her türlü imkana sahipti ve “Kontrolsüz güç güç değildir” esprisi ya da gerçeğine uygun olarak dal budak saldıkça ülke için olduğu gibi bizzat rejimin başındakiler için de tehlikeli olmaya başlıyordu.
Devrim Muhafızları’na bağlı “Kudüs Gücü”nün başında bulunan Kasım Süleymani’nin bazen PKK’lı teröristler, bazen Ermeniler ve hatta bazen de can düşmanları olan Amerikalı komutanlarla yan yana görüldüğü resimler hem ülke içinde hem de başta Türkiye olmak üzere ülke dışında endişelere sebep oluyordu. Süleymani’nin, Irak’ta resmiyet de kazandırılan Haşdi Şabi güçlerinin organizesinde de rolü vardı. Dolayısıyla Kerkük’te, Telafer’de, Musul’da Türkmenlere karşı yapılan operasyonların bizzat içinde ya da planlayıcısı olarak arkasında idi.
Meşhur meseldir ki, “Besle kargayı, oysun gözünü” denir. Mezhepçiliğin kışkırtması ile de şöhretine şöhret katan Kasım Süleymani’nin bu durumu İran rejiminin başındakileri bile ürkütüyor, bir ihtilalle yönetime el koymasından ya da yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmasından korkuluyordu. Onun için, ABD tarafından yapılan bir suikastla öldürülmesi ve ondan sonra gelişen olaylar hem İran hem de dünya kamuoyunda pek de inandırıcı gelmedi. Sanki bir senaryo yazılmış ve uygulamaya konmuştu. Böyle değerlendirildiğinde hem Amerika hem de İran rejiminin başındakiler kazanmış oluyorlardı ama acaba gelecekte İran’ı neler bekliyordu?
Bunu elbette bekleyip göreceğiz de, bu olup bitenlerden sonra İran’ın şahsiyetli bir devlet politikasına sahip olduğuna dair kanaatlerim değişmeye başladı. Kafamda canlandırdığım İran böyle acemilikler yapmamalıydı. Hele de uçağı kendilerinin düşürdüğünü ve günümüz şartlarında durumun er geç açıklığa kavuşacağını bilmiyorlarmış gibi önce “Teknik arıza” diye açıklama yapıp gerçekler ortaya çıkmaya başladıktan sonra da “Füze sanarak düşürdük” açıklamasını yapmaları olacak iş değil. İran’da da böyle bir darb-ı mesel var mıdır bilmiyorum ama bizde kullanılan “Merd-i Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” sözü tam da İranlıların bu tür kıvırtmalarına uyan bir söz. İşin bir yönü bu. Diğer yönü ise almamız gereken dersler yönünden bizi de ilgilendiriyor. Şöyle ki:
Mesela, SADAT (Uluslararası Savunma Danışmanlık Şirketi) adında bir oluşum var. Aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Baş Danışmanı da olan kurucusunun çoktan beri yaptığı bazı açıklamalar tartışılmış, haklı olarak şüpheler oluşturmuştu. 2017 Nisan’ında "Çözüm sürecinin ulaştığı aşamada ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği) - ASSAM (Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi) Raporu"nu açıklayan Başdanışman Adnan Tanrıverdi, “Kürtlere özerklik verilmeli, eyalet sistemine geçilmeli” gibi yıkıcı, bölücü ifadeler kullanmıştı. Ne yazık ki bu ifadeler üzerine hiçbir savcı soruşturma açmamış, adı geçen şahıs ve dernek ikaz edilmemişlerdir. Bu derneğin hazırladığı bir “Anayasa” taslağı adeta Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tasfiyesi niteliğindedir. Bu arada, Ankara'da düzenlenen Şehir ve Güvenlik Sempozyumu'nda konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, "Artık şehirlerimizin güvenliğini sadece kolluk güçleriyle koruyacak durumda değiliz. Yeni fikirler geliştirilmeli" ifadeleri, SADAT ve Adnan Tanrıverdi üzerine yorumlar yapılmasına sebep oldu. SADAT Başkanı Adnan Tanrıverdi’nin en son yaptığı “Mehdi gelecek. Biz onun için ortamı hazırlamak zorundayız” mealindeki açıklama ise bardağı taşıran son damla oldu. Tanrıverdi, oluşan tepkiler ve tartışmalar üzerine SADAT Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Baş Danışmanlığı görevlerinden istifa ettiğini açıkladı.
Kısacası, çevremizde olup bitenlerle Türkiyemizdeki sivri çıkışları ve devletimizin oturmuş düzenini bozmaya yönelik davranışları karşılaştırdığımızda endişelenmemek mümkün değil. Türk Ordusu tarihin derinliklerinden bu yana devletimizin güvencesi olmuştur. Ordumuzun bu özelliğini korumak ve devlete bağlı emniyet güçlerimizle uyumlu olarak çalışmasını sürdürmek zorundayız. Oluşturulacak yan güçler kurulu düzeni bozacak, bugün olmasa da tıpkı Irak ve İran’da olduğu gibi ilerde başımıza iş açacaktır. Evet, şu söz çok doğrudur: “Kontrolsüz güç güç değildir. Azgın sellerin nerede duracağı ve neleri yıkıp sürükleyeceği belli olmaz!”