İlk İslam âlimleri devleti yönetecek kişilerde bulunması gereken vasıfları şu şekilde saymışlardır:
Müslüman, özgür ve akıllı olmak
Erkek olmak
Adil olmak,
ilim ve fazilet sahibi olmak.
Ancak zamanla bu vasıfların bazıları siyasetin etkisi ile ikinci plana düşmüştür.Bunların başında hiç şüphesiz adalet sahibi olmakla ilim ve fazilet sahibi olmak gelmektedir. Bu vazgeçiş veya geri plana itiş biraz da yaşanan gerçekliğin bir sonucu olmuştur. Zira ilim ve fazilet sahibi olmak göreceli kavramlardır. Kişiden kişiye toplumdan topluma değişebilmekte, pratikte en bilgili ile en faziletliyi bulup toplumun başına geçirmek mümkün olmamaktadır.
Bu çıkarımların dinin hükümlerinden ziyade siyasi, sosyal ve kültürel tecrübelerden çıkarıldığı bir gerçektir. Nitekim bir çok din alimi düşüncelerini dini kavramlarla temellendirmek yerine fitne ve kamu düzenini korumakla temellendirmiştir. Ne var ki toplumun düzenini korumak için adaletten vaz geçmek, yöneticinin mahkemede şahadeti kabul edilebilir biri olmasını kafi görmek İslam dünyasında düzeni sağlamaya yetmediği gibi, despot, zalim yöneticilerin iş başına geçmelerinin de bir gerekçesi olmuştur.
Adalet ve fazilet ilkesinden uzaklaşma birazda iş başına gelen Emevi Halifelerinin bu meziyetlerden yoksun oluşlarının bir neticesidir. İslam Kelamcıları bu kifayetsiz ve muhteris yöneticilerden vaz geçmek yerine ilkelerden vaz geçmeyi tercih etmişlerdir. Tarihin teolojik doğrulaması üzerine kurulan bu anlayışın çok yıkıcı sonuçları olmuştur. Dini meşruiyet elde eden yöneticiler her türlü eylemlerini de yine dini kavramlarla topluma kabul ettirmişler, kendilerini dinin koruyucusu ilan ederek bu haktan hareketle buyurgan ve otoriter yönetimler kurmuşlardır. Dini korumak onu temsil etme sonucunu doğurduğu için her türlü karşıt hareket din düşmanlığı olarak kodlanıp şiddetle bastırılmıştır. İktidar uğruna bir çok kavramın dini içeriği boşaltılıp siyasi anlamlarla doldurulmuştur. Emevilerin kullandığı kader doktrini bunlardan biridir. iktidarda olmak kaderin bir sonucu olarak takdim edilmiş, buna karşı çıkmak da kaderi yazana karşı çıkmak olarak görülmüştür. O dönemde bu sapkın anlayışa cesaretle karşı çıkan ender simalardan biri Hasan-ı Basri Hazretleridir. Ona, "hükümdarlar insanların kanlarını döküyorlar,mallarına el koyuyorlar ve bu işler Allah'ın takdiriyle oluyor, diyorlar," diye sorulduğunda;" Allah'ın düşmanları yalan söylüyorlar," diye cevaplamıştır. Ona göre, " cebre inananlar,Allah'ın emrine,kitabına, adaletine muhalefet etmekte, cehaletleri yüzünden her şeyi kadere yüklemektedirler. " Oysa yöneticileri seçen Allah değil, insanlardır. Cebre karşı çıkan Hasan-ı Basri hz. silahlı muhalefete de karşı çıkmış, ılımlı muhalefetten yana olmuştur. Ne yazık ki, ehl-i sünnet Hasan Basri'nin görüşleri üzerine bir siyaset doktrini kuramamış, Eşariliğin etkisiyle teslimiyetçi, kaderci bir anlayışa mahkum olmuştur.
İslam dünyasında adalet yöneticinin vasıfları arasında giderek ikinci plana düşerken Batı'da tam tersi bir arayış öne çıkmış, yönetim kutsalın alanından çıkarak dünyevi bir faaliyet olarak görülmeye dolayısıyla yönetenler daha rahat sorgulanmaya başlanmıştır. İslam dünyasında yönetenlerle yönetilenler arasında bir alt üst ilişkisi ve hiyerarşi oluşurken, Batı'da tam aksine Tanrı Kral, insan Kral haline getirilmiş, yetkileri sınırlandırılmıştır.Sir Edward Coke 16-17. asırda yaşamış bir İngiliz hukukçusu ve siyasetçisidir. İngiliz Kralı I James, kurmak istediği merkezi düzene engel olabilecek kişi ve çevreleri cezalandırmak için bizzat riyaset edeceği özel mahkemeler kurmak istediğinde karşısına çıkarak son derece ağır bir dil kullanarak, bunu cesareti ve sorumlu hukukçu kişiliği ile engellemiştir. Bugün Batı'da tek adam düzenlerinin ortaya çıkmamasının arkasında böylesine bir mücadele, entellektüel duruş ve kültürel birikim vardır. İslam dünyası, beşeri olanı dinileştirmekten vaz geçmediği müddetçe -gökten gelen bir kararla(!?) ülke yönetimine talip olanlar eksik olmayacaktır.
Not.Bu makalede Mehmet Evkuran'ın Sünni Paradigmayı Anlamak isimli kitabından yararlanılmıştır.