( Birinci bölüm)
Akıl, irade, sağlık, ilim, din şüphesiz Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimetleri arasında gelenlerdir. Din yeryüzünde ki insanların, huzur ve iyiliği, barışın ve sosyal huzurun güçlendirilmesi, hak hukuk ve adaletin tüm insanlar arasında eşitçe paylaştırılması ve kendisini yaratan Rabbine karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi için gönderilen ilahi emirlerin bütünüdür. Bu cümleden olmak üzere diyebiliriz ki ; Din insanlar için vardır, insanlar din için değil...
Allah (CC) dini insanların akıl ve iradelerine ve yaratılışlarına uygun olarak gönderir.İslam, herkesin anlayabileceği şekilde, hayatın tüm gerçeklerine uygun ve anlamak isteyen herkesin anlayabileceği şekilde apaçık emir ve yasakları olan, insanlara yol gösterici ilkeleri bulunan dindir.
İslam dini; gizemli, sırlı, herkesin vakıf olamayacağı bir inanç sistemi haline getirmek isteyenlerin başvurdukları en büyük metod olarak , bu kişilerin çoğunluğu ve genellikle; rüyalarında Allah’ı ve Peygamberimizi (SAV) gördüklerini iddia ederek, Allah veya Peygamber tarafından gönderildiklerini ve kendilerine talimat verildiğini söyleyenleri günümüzde sık sık duymaktayız!..
Bu yolla bir çok, saf, temiz, mütedeyyin insanlarımızın aldatıldıkları şüphesizdir. Kendilerine insanüstü birtakım nitelikler ve kerametler atfederek, koşulsuz, sorgulamasız bu insanlara bağlanılmasının dini bir zaruret olduğu söylenerek, Kuran’a aykırı bir tutum sergilenip saf insanların duyguları sömürülmektedir...
Bugün gelinen noktada ve dini konularda, kaldığımız tehlikenin ve sıkıntının yeterince farkında olunmadığı kanaatindeyim...
Öyleki halen camilerimizde ve kendilerini din alimi adına ulema kisvesi altına sokan kişilerin söylem ve vaazlarında; hak ve batıl çizgisi ayrımı yapılmadan, dinimizi bir menkıbeler ve uydurulmuş hakikat dışı rivayetlerle anlattıkları görülmektedir.
Geçmişten günümüze kadar gelen bir takım rivayetlerin din adına referans algısı yerleştirilmektedir...Akıl, irade, ölçü ve mantık ilkeleri devre dışı bırakılıp alabildiğine hesapsız ,kitapsız din anlatımı yapmaktadırlar. Durum bu mahiyette olunca kişi ; aklına, mantığına ve gerçeklere uymayan din anlatımı ile kıyaslama yaptığında indirilen dini değil de , duyduğu dini reddederek geleneksel din anlayışıyla, bilmeden rastgele şuursuzca yaşamaktadır!..
İtiraz edildiğinde ise; anlatılan rivayetlerin kaynakları gösterilmeden:
‘’...Geçmişte ki ulemalar, evliyalar, şeyhler, din büyükleri yanlış anladı da sen mi doğrusunu biliyorsun?...’’ diyerek hemen geçmişi ve geçmişten gelen kişileri kutsama yoluna gidilmektedir..
Bu açıdan gerek ataist veya deist kişilerin dine yönelttikleri eleştirilerin hemen hemen en başında, bu kişilerin sonradan menkıbe, rivayet adı altında uydurdukları kabul ve inançların geldiği görülmektedir...
İşte; tasavvuf , tarikat ve cemaat yapılanmalarının ve gelenek tutuculuğu yapanların büyük bir kısmı, Allah’ın emrettiği, dinde aklı ve iradeyi kullanmak isteyenlere karşı, onları nefislerine ve şeytana uymakla itham etmektedirler.
Halbuki Cenab’ı Allah (CC) bir çok ayeti kerimesinde, aklımızı kullanmayı, sorgulamamızı ve düşünmemizi emretmektedir. İndirilen dinin hakikatlarına değil de, uydurulan dinin rivayetlerine inananlar, dinin akılla kavranılamayacağını iddia edenlerdir. Oysa ki Allah’ın dini, Allah’ın ayetlerinden ve Peygamberimizin uygulamalarından öğrenilir. Gelenekler tarafından yaratılmış Peygamberin değil, Kur’anın ortaya koyduğu Peygamberin sünnetine itibar edilir. Onlara göre; ‘’...Peygambersiz İslam, Peygamberimizin devre dışı bırakıldığı...’’ iddialarının gerçekle hiçbir alakası yoktur...
Dinin anlaşılması ve geçerliliği açısından, Hıristiyanlıkta olduğu gibi; Allah ile kul arasında bir ruhban sınıfının olması ya da herhangi bir tarikata veya cemaate mensup olmak gerekli değildir, uygun da değildir... Dinimiz Allah ile kul arasındaki tüm vasıtaları kaldırmıştır. Peygamberimiz vahyedileni tebliğe memur olup, kendiliğinden ve Allah’ın iradesi dışında hiçbir şeyi yapmaya da mezun değildir.
Tarikatların yapılanmaları genellikle, tarikat şeyhinin bilgi kaynağı Kur’an dan çok, rivayetler, rüya ve ilhama dayalı olduğuna inanıldığından, genelde tasavvuf düşüncesinin yaşanıldığı ve uygulandığı yerler olarak vücut bulmuş yapılanmalardır...
Bu yapılanmalarda, şeyhin söz davranış ve fillerine müritlerinin kayıtsız şartsız uyma ve teslim olma zorunluluğu esastır. Aklın ilkeleri değil, rivayetler, uydurmalar, şeyhe addedilen olağanüstülük kutsama hakimdir. Şeyhin sözü tartışılmazdır. Kimi yerlerde öyle boyutlara varmıştır ki; şeyhin sözü, Kuran’ın sözünün yani Allah’ın sözünün önüne geçebilmektedir...
bu yapıların temel ve felsefi amacına göre, şeyhlerin yaptıkları her şey derin kerametler içerir.. Sıradan insanlar ve müritler bu kerametlerde ki hikmetleri anlayabilcek ve kavrayabilcek güce sahip değildirler.. Bu yüzden müritlere düşen tek şey şeyhini takilt etmek, her halükarda koşulsuz ve şartsız itaat etmek ve teslim olmaktır. Söz konusu buna benzer yapılar kendilerince,
‘’ ...Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır, dini konulara akılla gidilmez, mürit şeyhine ölünün gassala teslimiyeti gibi olmalıdır...’’ gibi insan aklını ve onurunu dışlayan Kur’an dışı söylemlerle, din adına dini çarptırarak hegemonyalarını sürdürmektedirler...
bilindiği gibi, tasavvuf kültürü içerisinde gelişen tarikatlara önderlik yapan kişilere verilen ünvandır. Genelde tarikat şeyhlerine insanüstü bir takım özellik ve kuvvetler atfedilerek ve kerametlere sahip oldukları iddia edilerek, çevresine toplandığı mürtlerine, koşulsuz olarak bağlı olunmasının dini bir gereklilik olduğu vaaz edilir.
Hatta çeşitli tarikat yapılanmalarında, şeyhlik mertebesi babadan oğula geçtiği ve zaman içinde cemaat-tarikat- ticaret üçgeninde holdingleşme, ihale alımları, ticaretle ve insanlardan para ve yardım toplamanın asıl hedefleri haline dönüştükleri de bilinen bir gerçektir...15 Temmuz 2016 FETÖ darbe teşebbüsü ile bu yapılanmaların kısmen de olsa farkına varılabilmiştir ama tam ders alındığı ve idrak edildiği söylenemez...
Fetö cemaatinin boşalttığı müridlerin yerine; MENZİLCİLER, SÜLEYMANCILAR, şu, bu cemaatten kişilerin doldurulmasına ve devlet dairelerinde yeni bir yapılanmaya göz yumulması demek, yeniden bir felaketin başlamasına zemin hazırlamak olacaktır!...
Tabi ki, Kurani ve Allah rızasına uygun bir yapıda olduğu müddetçe, insanların bir çatı altında toplanarak birlikte hareket etmek üzere organize olmalarında dinen bir sakınca yoktur. Biz mütedeyyin insanların, hiçbir menfaat beklemeksizin, Allah rızası için, Kur’an hükümleri çerçevesinde bir arada olmalarına ve gerçekten hakiki ihlas içinde olanları tenzih ederek kendilerine de hiçbir sözümüz olamaz...
Müridin, hiç bir şekilde şeyhinde hata ve kusur görmemesi, onun davranış söz ve eylemlerini düşünüp sorgulamaması, şeyhinin yanlışının kendisin doğrusundan daha doğru olduğunu düşünmesi, neden ve niçin diyen müridin iflah olamayacağı telkin edilir ve beklenir.
Abdülkadir Geylani’nin Tarikatın Esasları hakkındaki kitabında, müritlerin ve tarikatın adabına ilişkin şunlar yazılıdır:
‘’...Müritler daima aç kalmaya, şöhretsiz yaşamaya, sürekli zillet halinde ve nasipsizliklerden razı olmalı. Büyük zatların ve alimlerin meclislerine yakın olmalıdırlar. Kendilerinin onlardan düşük seviyede olmasına razım olmalıdırlar. Bir kimse baştan bunlara razı olmazsa, onlara mana kapıları açılmaz ve mana aleminden hiçbir şey gelmez..
Bir mürid de ilk önce olması gereken şey, şeyhinin sohbetine karşı gelmeme, içten bile olsa ona itiraz etmemektir. Dıştan bile olsa şeyhine karşı gelen kişi edebini terk etmiştir. İçten itiraz eden kişi ise kendini ölüme atmış olur...’’ (Medine Yayıncılık 2012, syf 36-37 ve devamı)
İslam Ne Değildir Emre Dorman, Mayıs 2018 Baskı eserinde; Seyyid Sıbgatullah Arvasi Minah, 2014 basım s. 65-66-67...
en güzeli kendini zorlayarak değil, zevk ve rızasıyla teslimiyet göstermektedir dedikten sonra şöyle devam etti: Bir gün şeyhim Seyyid Taha’nın müritlerinden iki alim kendi aralarında konuşuyorlardı. Biri diğerine hitaben:
‘ Şayet şeyhin sana, o an için, Namazı terk et diye bir emir verse ne yapardın? Diye sordu. Öteki; kerhen (gönülsüz) de olsa emrini yerine getirirdim. Diye cevap verdi.. Soruyu soran alim ise: Hayır ben isteyerek ve severek şeyhimin bu emrini yerine getirirdim.....’’
İslam’ın temel değerleri ile doğrudan çatışacak ve bir Müslümanın yapmaması gereken tenbih ve öğütlere bu tür eserlerde sık sık rastlanmaktadır...Şeyhe olan teslimiyet, sanki Allah’a gösterilecek teslimiyet gibi kayıtsız ve şartsız olması gerektiği ve bunun da ihlaslı ve dinen bir gerek olduğu iddia edilmektedir...
Oysa Kur’an ayetleri bir çok yerde aklımızı kullanmamızı, düşünüp öğüt almamızı ve sorgulamamıza vurgu yaparken bu tür iddiaların İslam adına kabul görmesi söz konusu olamaz...
Allah dostu olarak kabul edilen kişi ve kişilerin muratları gerçekten insanlara dinin hakikatlarını Kur’an ışığı altında anlatmak ise; o zaman kendilerine atfedilen insanüstü özellik ve vasıfları ve kerametleri toptan reddetmeleri gerekir.
Ancak günümüzde bile , şeyhin veya dini önder sayılan kişilerin kutsanması bir tarafa; kendilerini dinle özleştirilerek siyaseten yüceltilmiş kişiliklere bile Kur’an dışı yakıştırmaların ve övgülerin yapıldığı görülmektedir...Hatta; atfedilen aşırı övgülerin ve aşırı yüceltmelerle, kendilerinde haşa Allah’ın sıfatı bulunduğunu ve ‘’... onu görünce Peygamberimizi görmüş gibi oluyoruz...’’ diye saçmalayanların yalakalık ve yakıştırmalarına muhatap olan kişilerin bu duruma hiç de itiraz etmediklerini de görüyoruz!...
Ahmet Eflaki’nin ARİFLERİN MENKIBELERİ isimli eserinin bir bölümünde (sayfa 260-265) Şeyhin açık bir şekilde bütün sahabelerden ve hatta alemlere rahmet olarak gönderilen iki cihan serveri Sevgili Peygamberimizden bile üstün görülmesi iddia edilmektedir...Şeyh- tarikat- mürit üçlemesinde Şeyhe olan teslimiyet anlayışının, akıl ve mantık dışında, İslam dairesi ve Kur’an hükümleri dışına çıkıldığı açıkça ŞİRKİN en dip bataklığına yol alındığı aşikarca eserde ki diyaloglarla sabittir...
Tasavvufun ve tarikatın temel eserleri arasında yer alan AHMET EFLAKİ’NİN ESERİNDE geçen bir Şeyh-mürit diyaloğuna bakalım.( syf. 265)
‘’... Sultan Veled buyurdu ki; bir gün babam medresede bilgiler saçıyordu.Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kişidir. Öyle ki bir adam Bayezid Bistami’nin müritlerinden birine ; Şeyhin mi büyük, Ebu Hanife mi? Diye sordıu. Mürid , şeyhim dedi... Sonra Ebubekir mi büyük, senin şeyhin mi diye sordu?. O yine şeyhim dedi...En sonunda MUHAMMED Mİ büyük, şeyhin mi? Dedi. O yine şeyhim büyüktür dedi...
En sonunda Tanrı mı büyük, senin şeyhin mi büyük? diye sordu. Mürid: ‘’Ben Tanrı’yı kendi şeyhimde gördüm, şeyhimden başka bir şey tanımam, hep onu tanırım...’’ dedi.. Başka bir müride de; ‘’...Tanrı mı büyük, yoksa senin şeyhin mi büyük...’’ diye sordular. O da: ‘’ ...Bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur...’’ dedi.
Öyle ki; hurafelerle, övgülerle, insan üstü kudsiyet kazandırılan olağanüstü vasıflarla şeyhin veya dini önderin, bütün sahabelerden ve Peygamberden bile üstün görülmesi iddia edildikten sonra gelinen son noktada, Tanrı, şeyhden daha büyüktür denilemeyen noktaya getirilerek haşa, Allah ile bir ve denk haline getirilmiş olduğu esefle görülmektedir... 01.10.2019/ Ümraniye
( Devam edecek)