Hani komik, trajikomik, mizah, kara mizah örneklerini sergileyen bazı resimleri ve altlarında yazan “Başka ülkede yaşayamam” ya da “Şunlar şunlar olmasa aslında çok eğlenceli bir ülkeyiz” gibi paylaşımlara rastlamışsınızdır. Olup bitenlere bazen şaşıyor, bazen gülüp geçiyor, bazen de kızıp öfkeleniyoruz ama yine de ülkemizden, insanımızdan vazgeçemiyoruz öyle değil mi?
Türkiyemizin, bu yalnız ve güzel ülkemizin en büyük sıkıntılarını sıralayacak olursak ben her zaman olduğu gibi din cahili bir millet olduğumuzu başa alıyorum. İşte en son huriler üzerine fantezi yapan “Hocaefendi” kisveli bir soytarı ile müritlerinin küçücük kızlarını taciz eden cahil cühela bir sarıklının durumu… Her şey ortada iken onların peşinden giden, şikâyetçi olduğu için kızlardan birinin babasına dayak atan şaşkınlar topluluğu! Din bu değil, İslamiyet hiç değil. Ama gelin görün ki bu şaklabanlar, bu soytarılar insanlar üzerinde devasa bütçeye sahip koskoca Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan daha etkililer. Diyanet, yüz bine yakın cami ve iki yüz binden fazla personeli ile insanları dini konularda aydınlatamıyor ama o şaklabanların peşinde yüz binlerce, milyonlarca insan var.
Türkiyemizin ikinci en büyük derdi ise siyaset kurumu ve siyasetçilerimizin yetersizliğidir. “Çözüm üretme sanatı” olarak tarif edilen siyaset ne yazık ki bizde çözümsüzlüklerin kaynağı durumunda. Ekonomideki sarsıntı, uluslararası ilişkilerde gelinen nokta, sosyal hayattaki sıkıntılar, eğitim, sağlık, hukuk alanlarındaki istikrarsızlık hep siyaset kurumunun yanlışlarından kaynaklanıyor ve ne yazık ki siyasilerin ve tabii ki en başta iktidarda bulunanların yaptıkları hatalar, aldıkları keyfi kararlar milletin geleceğine doğrudan etki ediyor. Siyasi liderine adeta tapan, onu Peygamber mesabesinde gördüğü için yaptıklarında hikmet arayan insanların varlığı ise siyasetçilerin işlerini kolaylaştırıyor.
Bütün dünya gibi biz de bir salgın hastalıkla, daha doğrusu elle tutulamayan, gözle görülemeyen bir virüsle uğraşıyor ama baş edemiyoruz. Başta işi sıkı tutar gibi görünen devlet sermayeyi önceden tüketmiş, zor günler için Merkez Bankası’nın kasasında tutulan “İhtiyat Akçesi”ni çoktan alıp başka işlere harcamıştı. Onun için alınan tedbirleri uzun süre devam ettiremedi. Sonuç olarak da başladığımız noktaya geri döndük.
Döndük dönmesine de, son günlerde sanki bir merkezden yönlendiriliyormuşçasına, salgındaki artışın kabahatini vatandaşlarımıza yükleyen paylaşımlar artmaya başladı. “Devlet gereken ikazları yapıyor da..” diye başlayan cümleler kuruluyor. “Kimse dikkat etmiyor, maske takmıyor” deniyor. Tamam, elbette haklılık payı var. Peki, 24 Temmuz günü Ayasofya önüne 350 bin kişinin toplanmasını sağlayan, yurt içi ve yurt dışından turlarla insan taşınmasına göz yuman ya da yumanlar kimlerdi? 25 ve 26 Ağustos’ta Malazgit’te, Ahlat’ta düzenlenen törenlere nasıl izin verildi? Arada bir de 30 Ağustos Zafer Bayramımız vardı sahi; Ayasofya ve Malazgirt önlerinde dikkate alınmayan tedbirler hemen hatırlanıverdi ve törenlere kısıtlama getirildiği için üç – beş kişinin maske, mesafe, hijyen üçlüsüne uymasıyla sembolik törenler düzenlendi. Demek ki istenince öyle de olabiliyormuş!
Gelin görün ki bir gün sonra yani 31 Ağustos 2020 günü Giresun’da, sel felaketinin yaşandığı Dereli İlçesi’nde büyük bir kargaşa yaşandı. Cumhurbaşkanı miting düzenliyor, otobüsten vatandaşların üstüne çay paketleri atılıyor ve insanlar kapmak için Adeta birbirlerini eziyorlardı!
Bir arkadaşım bu konuları özetleyen çok güzel bir paylaşım yaptı:
“Plaja gidenler mitinge gidenleri eleştiriyor, mitinge gidenler plaja gidenleri… AVM’ye gidenler düğüncüleri, düğüncüler kafelere gidenleri, vatandaş devleti, devlet vatandaşı suçluyor. Herkes birbirini suçlarken de olan sağlık çalışanlarına oluyor!”
Bu konuda çok güzel ve tam da bu duruma uyan bir vecizemiz var malum: “Kabahat gelin olmuş da sahip çıkan olmamış!”
İş kontrolden çıkmaya başlayınca söylentiler de artıyor, şayialar tavan yapıyor. 2 Eylül günü whatsapp gruplarında, Ankara Valiliği’nden çıktığı iddia edilen bir “karar” metni paylaşıldı. Bilmem kaç tarih ve sayılı “İl Hıfzıssıhha Kararı iptal edilmiştir” diye başlıyor ve özellikle 65 yaş üstünü ilgilendiren yeni kısıtlamalardan söz ediliyordu. Arkadaşlarla görüşünce pek inandırıcı olmadığı anlaşıldı. Valilik Protokol Müdürlüğü’nün de öyle bir karardan haberi yoktu. Nitekim aynı gün Bilim Kurulu toplanacaktı ve akşam saatlerinde Sağlık Bakanı’nın açıklamalarını beklemeye başladık.
Sayın Bakan artık aylardan beri benzer açıklamalar yapmaktan yorulmuş durumda idi ve tabir yerinde ise anlattıkları “masal gibi” gelmeye başladığı için haliyle taraflı tarafsız herkes tarafından kendisine verilen olağanüstü kredi de giderek azalıyordu. Şahsen yaptığı açıklamalar beni tatmin etmedi. Tıpkı yukarıda verdiğim örnekler gibi fatura yine vatandaşa kesildi: “Kurban Bayramı’ndaki hareketlilik, düğünler, nişanlar, kına geceleri, çarşı - pazar gezmeleri, mesafeyi gözetmeyen kalabalıklar…”
Sayın Bakan’ın açıklamalarında en dikkati çeken husus, büyük tanıtımlarla ve olağanüstü gayretlerle açılan Ankara’daki Bilkent Şehir Hastanesi’nden dolayı kapılarına kilit vurulan bazı hastanelerin yeniden açılacak olmasını söylemesi idi. Şehir hastaneleri üzerine çok şey söylendi, çok yazı yazıldı. En azından ben de sanırım 4 – 5 yazı yazıp yayınlamıştım. “Haklı çıktık” demek istemiyorum ama demiş bulundum! Dilerim bu açılışlar yalnızca salgın dönemi ile sınırlı kalmaz ve kalıcı olur da insanlar hastaneye ulaşma konusunda yaşanan büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş olurlar. Şehir Hastanesi de zaten rüştünü ispat etmişse hastalar tercihlerini o yönde kullanacaklardır.
Bakanın açıklamalarını takip eden bunca gazete ve televizyon muhabiri arasından hiç biri de çıkıp Ayasofya açılışındaki kalabalığı, Malazgirt ve Ahlat törenleri ile Giresun mitingini sorma cesaretini göstermedi, gösteremedi derken en sonunda Yol TV muhabiri olduğunu söyleyen bir arkadaş Giresun’u hatırlattı. Bence en can alıcı soru bu idi ama Bakan, kendine has üslubu ile “Orada kuralların ihlal edildiğini görüyoruz” diyerek geçiştirdi. Fatura yine meydanı dolduran vatandaşa kesilmiş gibiydi. Öyle idi de, o kalabalığı oraya kim toplamıştı ve ziyaretin insanlar bir araya toplanmadan gerçekleştirilmesinin yolları neden aranmamıştı?
AKP sözcüsü Ömer Çelik bunu, “Cumhurbaşkanımızla vatandaşlarımızın buluşmasını engellemek mümkün olmadı” diye açıkladı. Güya olağanüstü, beklenmeyen bir durum ortaya çıkmış ve çaresiz kalınmıştı! Oysa o meydanvari yerin önceden düzenlendiği, Cumhurbaşkanlığı otobüsünün yerleştirildiği, üstüne üstlük vatandaşa atılacak çay paketlerinin de hazırlanmış olduğu kimsenin gözünden kaçmıyordu.
Sayın Cumhurbaşkanı orada yaptığı konuşmada, “Tabiatın hakkına riayet etmediğinizde bunun sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalırsınız” dedi. Çok doğru. Ancak o bölgede derelerin doğal akış yönlerini değiştirenler, dere yataklarına evler, apartmanlar, hatta resmi binalar yapılmasına izin verenler kimlerdi acaba? Şimdi bu sonuçlarla kimler yüzleşecek? Cumhurbaşkanı’nın o cümlesini duyunca tabii olarak aklıma “Kanal İstanbul” meselesi geldi. İstanbul’un, Bursa’nın tarihi silüetlerini değiştiren ucube beton bloklarını düşündüm…
İster misiniz “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” darbı meseli hatırlanarak gereği yapılsın ve “Kanal İstanbul” denen heyuladan vazgeçilsin. Çünkü asıl orada “Tabiatın hakkına tecavüz edilecek” ve Allah’ın verdiği eşi benzeri olmayan boğaza alternatif bir kanal açılacak!
Bu arada dünyada ve Türkiye’de başka şeyler de oluyor tabii. Olup bitenlerin sıkı bir takipçisi olan arkadaşım Prof. Dr. Çağatay Özdemir, “Bugün Olanlar” başlığı altında, geçen hafta içinde yaşanan bir günün özetini şöyle vermişti:
“ABD Güney Kıbrıs’a uyguladığı silah ambargosunu kaldırdı. Rusya, YPG = Suriye Demokratik Konseyi’ni Moskova’da üst düzey protokolle ağırladı. Fransa, Doğu Akdeniz’e Charles de Gaulle Uçak Gemisi’ni gönderdi. Dün akşam da İsrail Hamas ile anlaştı!”
Görüldüğü gibi neler oluyor hayatta ve Türkiye giderek yalnızlaştırılıyor. Bu konuları yalnızca yılardan beri süregelen “Dış Güçler”, “Şer Cephesi” laflarıyla geçiştirmek bize bir şey kazandırmaz. “Komşularımızla sıfır sorun” diye işe başlayan AKP iktidarları gelinen bu noktayı iyi değerlendirmek ve “Biz nerelerde hata yaptık” diye sorup düşünmek zorundadır. Mesela, Suriye ve Mısır politikalarında hata yapıldığını kabul ederek işe başlamak bence en öncelikli olandır. Gerisi devlet tecrübesi olan, dünyayı tanıyan liyakat sahibi diplomatların sesine kulak vererek, görüşlerini dikkate alarak oluşturulacak politikalarla çözüme kavuşturulabilir.
Gelinliğini giyip duvağını takarak yola çıkan “kabahati” sahiplenen olmaz ve yapılan hatalarda ısrar edilip tedbir alınmazsa başımıza daha büyük çoraplar örülebilir de önümüzü hiç göremeyiz. Aman dikkat!