İktidar Partisi, 31 Mart 2019’da yapılacak Mahalli Seçimler için 11 maddelik bir “Manifesto” açıkladı. Neden “Seçim Bildirisi/Bildirgesi/Beyannamesi” değil de “manifesto” diyorlar acaba? Türkçemizi katleden bu anlayışı eleştirmek için ben de yazımın başlığını böyle koydum: “Manifestoya Manifesto!..” Eleştirim ya da “manifestom” hem şekli, hem de açıklanan 11 maddenin özü üzerine olacak. Çünkü sebepleri var:
Çünkü: 2017 yılı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın himayelerinde, “Türk Dili Yılı” olarak ilan edilmiş ve “Dilimiz Kimliğimizdir” konulu toplantılar yapılmıştı. Oysa aynı zamanda AKP Genel Başkanı da olan Sayın Cumhurbaşkanı, hem bir önceki, hem de 31 Mart 2019’da yapılacak seçimlerden önce yaptığı bilgilendirme toplantılarında “Seçim Manifestomuzu açıklıyoruz” dedi. “Dilimiz Kimliğimiz” olduğuna ve bu yalnızca 2017 yılı için geçerli olmayacağına göre, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, İtalyanlar ya da Fransızlardan alınarak kullanılan bu “manifesto” kelimesini eleştirmek hakkımdır.
Bu işin şekli yönü idi. Şimdi gelelim işin özüne…
Çünkü: İktidar Partisi yönetiminde bulunanlar farklı isimli partiler altında da olsalar başta İstanbul ve Ankara olmak üzere nerede ise 30 yıla yakın bir süreden beri belediyelerin çoğunda söz sahibi idiler. Buna rağmen bu şehirleri şimdiye kadar sanki başkaları yönetmiş gibi 11 maddelik bir “manifesto” hazırladılar. “Medya” denen basın ve yayın organlarının nerede ise tamamına yakını yandaş olduğu için de bunları sorgulayıp “Öyle diyorsunuz da…” diye başlayan cümleler kurmak yerine söylenenleri ballandıra ballandıra bir anlattılar ki sormayın! Oysa bilmiyorlar ki eleştirilmeyen hizmet tekdüzelikten kurtulamaz, bir yerde tıkanır ve “Metal Yorgunluğu” kaçınılmaz olur. Nitekim olmuştur da…
Erbakan Hoca’nın sıkça kullandığı “Pansuman tedbirler”le de bu yorgunluk atılamaz. O halde iş başa düştü. Yandaş basın mensupları ile parti kadrolarında bulunanların yapmadıklarını/cesaret edemediklerini bağımsız, bağlantısız, milli hassasiyetleri öne çıkan bir gazeteci olarak üzerime alıyor ve diyorum ki:
Efendim, “Şehir planları”, “Alt yapı ve ulaşım”, “Kentsel dönüşüm”, “Benzersiz şehirler”, “Akıllı şehirler”, “Çevreye saygılı şehirler”, “Sosyal belediyecilik”, “Yatay şehirleşme”, “Halkla birlikte yönetim”, “Tasarruf ve şeffaflık”, “Değer üreten Şehirler” başlıkları altında sıralanan bu 11 maddeye göre sanırsınız ki şehirlerimiz çağları aşıp dünyaya örnek olacaklar!
Önce şu birinci madde için bir çift söz edelim: “Şehir Planları…” Buna göre şehir planları “Uzun vadeli ve hakkaniyete uygun şekilde hazırlanacak, istismara açık parsel bazlı plan değişikliklerine kesinlikle izin verilmeyecek”miş! Yılların tahribatı ve son yıllarda tavan yapan rantiyeci anlayışla şehirler şehir olmaktan çıkarılmış durumda. Başta, Ankara’da özellikle iktidar partisindeki siyasilerin gözdesi olan Çukurambar gibi yeni düzenlenen yerleşim yerleri bile betona boğulup trafiği allak bullak edilerek yaşanamaz hale getirildikten sonra “planlı şehir” uygulamasına geçilecekmiş. Melih Gökçek’in yerine Belediye Başkanlığı’na getirilen Doç. Dr. Sayın Mustafa Tuna bile Çukurambar için bir televizyon programında, hem de kesin bir ifade ile “Orası ölmüştür, ölüyü diriltecek halimiz yok” dediğine göre benim başka bir söz söylememe gerek yok. Onun için başka bir örnek vermekle yetineceğim: Başkentin göbeğinde, Kızılay’a 20 – 22 kilometre mesafedeki Bağlum’un imar çalışmasını hem de “parsel bazlı” olarak kaç defa yapıp kaç defa bozmalarına rağmen 20 senede bitiremeyen, kanserojen olduğu belgelenen asbestli su şebekesini yenileyemeyen, yollarını açamayan belediyecilik anlayışı bana güven vermiyor ki bu plana, projeye inanayım!
“Altyapı ve ulaşım!” Plansız, projesiz, koordinesiz çalışan, döktüğü sıfır asfaltı üç hafta sonra kanalizasyon için bozan, bir kış mevsimi boyunca insanları perişan edip araçları hasara uğratan belediyecilik anlayışını da sevmiyorum. “Tasarruf ve şeffaflık” ifadesine ise sinirimden gülüyorum. Savurganlık yapılmasın da başka ihsan istemez. Hele o “şeffaflık” nerededir, nasıl gelecektir bilmiyorum. Uygunsuz ve hiçbir standarda uymayan işlerini bizzat kendilerine yazdığımda beni mahkemeye vermekle tehdit eden, resmi twitter hesaplarına ulaşımımı engelleyen ya da hiçbir inceleme yapmadan baştan savma cevaplar veren belediyeler bu “manifesto” yayınlandı diye değişmezler. Altyapı kurulmadan üst yapıları yükselten, sonra da geçit, kavşak, köprü yapacağım diye masrafları üçe, beşe katlayan ve bildiğini okuyan belediyecilik anlayışını sevmiyorum. Hele de, kendi özel alanlarına, bahçelerine belediyenin resmi araçları ile malzeme taşıyan, işlerini belediye çalışanlarına yaptıran başkanlarla başka belediye personeline gıcık oluyor, üzerime düşen kul hakkımı helal etmiyorum.
“Kentsel Dönüşüm!..”, “İmar Barışı!..” Belli bir tarih baz alınmış olmasına rağmen buna dikkat edilmeyip “Gel vatandaş gel, kaçak – göçek evin mi var, yeni ev mi yapmak istiyorsun; yeter ki istenen parayı yatır da anlaşalım” mantığı ile bu işler olmaz, olamaz!
“Akıllı” ya da “Çevreye saygılı şehirler!..” Olur olmaz yerler imara açıldı. TOKİ ya da yerden biter gibi biten müteahhitler tarafından şehirler heyula binalarla dolduruldu. “Yeşil Bursa”nın bir resmi var, gördükçe suçlu benmişim gibi utanıyorum. İstanbul’un o tarihi siluetini mahveden binalara kahroluyorum. Yapıldıktan sonra bizzat Cumhurbaşkanı’nın da eleştirdiği “16/9 Kuleleri -ya da Gökdelenleri-” diye anılan ucube binaların “traşlanacağı” söylenirken kitabına uydurulup öylece bırakılmasına deli oluyorum. Başkent Ankara’nın hemen her yerinde verilen özel imarlarla komşuluk haklarını hiçe sayan, işlek anayollara sıfır ve hatta balkonları kaldırımlara taşan gökdelenlerin dikilmiş olmasına sinir oluyorum. Yine Ankara’da, adı üstünde, ekilip biçilen topraklara sahip Ovacığın katledilmesi, mis kokulu Yuva Kavunlarının yetiştiği tarlaların betonla kaplanması asabımı bozuyor. Çevre nerede, saygı nerede? İş işten geçtikten sonra giden geriye gelecek mi?
Yeri gelmişken, “Çevreye saygı” konusunda şunu da yazmalıyım. AKP Genel Başkanı olarak açıklama yapan Sayın Recep Tayyip Erdoğan daha önce “Çevreye duyarlı olacaklarını ve plastik bayrak vs. asmayacaklarını” söylemiş, biz de sevinmiştik. 2 Şubat 2019 günü de İstanbul’da, “Çevreye saygılı seçim kampanyamızı başlattık” dediler. Tam da o konuşmayı duyduğum sıralarda Keçiören Kızlar Pınarı Caddesi’nden aracımızla geçmeye kalkmıştık ki, alışılmışın dışında bir trafik vardı ve araçlar adeta hiç yürümüyordu. Meğer Kuyubaşı tarafında seçim bürosu açılışı olacakmış! Cumhurbaşkanı İstanbul’da “Çevreye saygılı seçim kampanyamızı başlattık” diyor, aynı saatlerde Ankara’da Keçiören Belediye Başkan Adayı’nın seçim bürosu açılışı için çevre katlediliyor. İşine, randevusuna yetişemeyenler, hastası olanlar, benim gibi torununu kursa yetiştirmek zorunda olanlar ve tabii kabarıp taşan öfkeler… Altı üstü bol bol çay içilip dedikodu ve gıybetin tavan yapacağı bir seçim bürosu. Bari millete işkence etmeden açılsa olmaz mı? Avrupa’yı geçtim de, bir seçim döneminde bulunduğum ve gelişmişlik açısından bize göre çok geri durumda olan Balkan ülkelerinde bile böyle rezalet görmedim.
Daha söylenecek, yazılacak o kadar çok konu var da; yazdıkça tepem atacak, onun için uzatmıyorum. Yalnız şu lafımı da söylemesem olmaz: Bu çirkinliklerin çoğu öyle söylene geldiği gibi Ce Ha Pe devrinde ve hatta Demirel ve Özal devirlerinde de oluşmadı. Büyük çoğunluğu son on – on beş yılın marifeti!
Sonuç: “Manifesto” olarak adlandırılan işbu 11 maddede anlatılanlar AKP’nin tek başına iktidara geldiği 2000’li yılların başlarında açıklansa ve uygulansa idi bir anlamı olurdu. Açıklananlar şimdiye kadar yapılanların yanlış olduğunun da itirafı gibidir. Sözün kısası, artık projelere karnımız tok desek yeridir; çünkü biz ne projeler dinledik hiç ama hiç uygulanmayan! Yalnızca icraat ve değişim bekliyoruz.