“Eller aya, biz yaya…” Amerikan Uzay aracı 20 Temmuz 1969’da ay yüzeyine inip astronotlar Neil Armstrong ve Edwin Aldrin ayda yürüyen ilk insanlar olmuşlardı. Yaşı müsait olanlar o günleri çok iyi hatırlayacaklardır ki, içimizden bazıları buna inanmıyor, böyle bir şeyin olamayacağını söylüyorlardı. Bazıları da, yazımın başlangıcına koyduğum o çok küçük ama oldukça anlam yüklü cümleyi yapıştırıvermişlerdi: “Eller aya, biz yaya!..”
Aya ilk ayak basan kişi olan Neil Armstrong’un “Bu, benim için küçük ancak insanlık için büyük bir adım” sözü ise bizdeki cehalet timsallerinin yüzüne inen şamar gibi idi ama tınmadılar bile!
Bir de şu var; herhangi bir icat olunca bizim softalar, “O zaten Kur’an’da var” derler. Vardı da kardeşim sen niye yapmadın? İlimden habersiz olduğun için değil mi? Madem Kur’an-ı Kerim’de vardı ve elin gâvuru onu senden önce çözerek veya kendisine bir yol çizerek ilimde, teknolojide keşif üstüne keşif, buluş üstüne buluş yaparak harikalar yaratıyor da sen niye uyudun ve hala niye uykudasın? Kur’an’da defalarca kafana vurulan tabirlerle soralım; niye “Akletmiyorsun”, niye “Düşünüp ibret almıyorsun?”
Müslümanların ilim konusunda yaya kalmalarının sebebi elbette İslamiyet değil. 800’lü, 900’lü yıllarda Türkistan coğrafyasında yetişen İbni Sinalar, Farabiler, Biruniler ve daha niceleri de Müslümandılar ve müsbet ilimlerde çığır açmışlardı. Sonra ne oldu ise oldu ve Müslümanlar ilim konusunda adeta kabuklarına çekildiler. Günümüzde altmış kadar ülkede yaklaşık iki milyar Müslüman yaşıyor ve hemen hepsi de hazır yiyici. Üretim yok, buluş yok, icat yok, teknoloji yok, dünyaya sundukları bir marka yok, olan da sınırlı. “En iyisi biziz”, doğru da be kardeşim; işte durumumuz da ortada! “Yerli ve milli uçağımız göklerde” diye afişler asıldı, seçim bildirilerine girdi, “Yandaş” tabir edilen televizyon kanalları “Bir rüya daha gerçek oldu” diye haberler bile yaptılar ama ortada uçak yok. “Yerli ve milli otomobilimiz” diye “Görmemişin otomobili olmuş” misali kaşından, gözünden, farlarından başlayarak her hafta, her gün bir yerlerinin resmini yayınlıyor, dünyada ilk otomobili yapan bizmişiz gibi şaşaalı törenlerle üzerindeki örtüyü kaldırıyoruz ama tartışmalar bir türlü bitmiyor: “Motoru şuradan geldi, dizaynı şurada yapıldı, yüzde bilmem kaçı yabancı da bunun neresi yerli, neresi milli?” Televizyonların zaten her işe maydanoz kadrolu konuşmacıları var. Dış politika, iç politika, uluslararası ilişkiler, ekonomi, tarım, hukuk, din, çevre, uzay bilimleri, otomobil teknolojisi ve daha aklınıza gelen gelmeyen her şeyden “anlarlar”, anlamasalar dahi anlar görünüp fikir beyan ederler. Zaten “ilim” ya da “bilim” böyle bir ortamda yaşayamaz. Yaşasa da işte böyle yetersiz kalır. Geçmişte de tıpkı böyle olmuş; aslında aklı ve bilimi öne çıkaran İslamiyet’i yanlış yorumlayan softalar, Avrupa’da ilimde, mimaride, güzel sanatlarda ve hatta din anlayışında rahatlama getirip buluşların önünü açan Rönesans ve reform hareketlerini adeta küfür gibi göstererek hemen bütün İslam coğrafyasında olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde de bilimin önüne set çekmişlerdir. Günümüzde ilim ve teknoloji sahasındaki bütün olup biten gelişmelere rağmen hâlâ “Merih’e gideceklermiş, gidemezler” diyen ve peşlerinde yüz binlerce, milyonlarca insanı sürükleyen cübbeli sarıklılar olduğu müddetçe de bu konuda iyimser olmamız mümkün değil. Peşinde koştuğu kişinin bu palavrasına rağmen Ay’a da Merih’e de gidildiğini gören, duyan, bununla da yetinilmeyip ulaşılmaz bilinen Güneş’in sırlarını çözmek için yapılan uğraşlara, gayretlere şahit olan insanımızın hâlâ o şarlatanların peşinde koşmaları ise ayrı bir konu!
Peki, bu konuda hurafelerden uzak durup bilime ve gelişmelere açık olması gereken Diyanet İşleri Başkanlığımız ne yapıyor dersiniz? Aşağı yukarı 60 yıldan beri Cuma namazlarına gittiğimi biliyorum. Bir yılda 52 Cuma olduğuna göre demek ki 3000’den fazla Cuma namazı kılmışım, Allah kabul etsin. Bu 3000 Cuma’da ilim ve özellikle müspet ilimler konusunda kaç vaaz ve kaç hutbe dinlediğimi bilmem mümkün değil ama bende iz bırakan, teşvik eden bir hutbe ve vaaz hatırlamadığıma göre oldukça sınırlı olmalı. Üşenmedim ve geçtiğimiz 2019 yılında Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanıp bütün camilerde okunan 52 hutbeyi inceledim. Bu hutbelerde ilim konusuna yalnızca bir defa yer verilmiş. 18 Ocak 2019 Hutbesi’nin konusu, “Müslümanlar İlim ve Medeniyetin Öncüleridir!” Doğru. Biz de zaten bunu vurguladık…
Bu hutbede geçen şu ifadelere diyecek bir sözümüz ya da bir itirazımız olamaz: “İnsan için uğrunda yorulmaya değer en yüce uğraş, helâl rızık peşinde koşarak karnını doyurduğu gibi, doğru bilginin peşine düşerek de ruhunu doyurmaktır. İlim tahsil etmekten daha değerli bir çaba, âlim olmaktan daha şerefli bir makam düşünülebilir mi? Bilginin aydınlığına sırtını dönen insan, huzur bulabilir mi? Bu yüzden Resûl-i Ekrem bizleri şöyle uyarır: “Ya öğreten ol, ya öğrenen ol, ya dinleyen ol, ya da ilmi destekleyen ol. Beşincisi olma, helâk olursun!”
Hutbenin devamında teşhis de doğru olarak konuyor: “Muhterem Müslümanlar! Bugün oldukça zor dönemler yaşayan İslam dünyası, bilgiyi ihmal etmenin ve cehalete razı olmanın bedelini hepimizin yüreğini sızlatan acılar yaşayarak ödemektedir. Bu alandaki geç kalmışlığımızı sonlandırmak, huzurlu ve güvenli bir gelecek inşa etmek ancak bilgiye sahip olmakla mümkündür… İsraf edilecek bir saniyemizin bile olmadığını görerek, yarınlarımızı maddi ve manevi her türlü yıkımdan korumak için bilgiye sarılmalıyız. Gözümüzün nuru yavrularımızı medeniyetimizin öncüleri ile tanıştırmalı, modern ilimlerin ve teknolojik buluşların temelini asırlar önce Müslüman ilim insanlarının attığını onlara öğretmeliyiz. Bilgi ve tecrübelerini, akıl ve emeklerini insanlığın hayrına kullanan bu öncü şahsiyetleri gençlerimize model olarak sunmalıyız.”
Doğru… “Ya öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen, ya da ilmi destekleyen olmalı” ve asla “beşincisi” olmamalıyız ama hutbe böyle geliyor ve sonu hemen her hutbede olduğu gibi camiler için para toplamaya bağlanıyor. Cemaatin zihninde ilim için söylenen o güzel sözler, gerçekleri anlatan ifadeler siliniyor ve İmam efendinin yardım konusunu ifade tarzına ve coşkusuna göre çıkışta “Bir lira mı versem, beş lira mı atsam, her hafta veriyorum nasıl olsa; hiç vermesem mi” ikircikleri başlıyor. Böyle olunca da dolayısıyla ve tabir yerinde ise senede bir defa verilen ilim hutbesi güme gidiyor! O hutbeyi dinlerken sevinip söz para toplamaya bağlanınca içimden, “Kırk yılda bir ilim konulu hutbe hazırlamıştınız, sonunda onu da berbat ettiniz” diye geçirip sonra arkadaşlarıma da söylediğimi bugün gibi hatırlıyorum.
Yalnızca hutbe konularını incelemekle yetinmedim tabii, Diyanet Yayınevi’ne giderek önemli vaizlerden ve Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevinde de bulunan Lütfi Şentürk’ün iki ciltlik “Vaaz Örnekleri” kitabı ile benzer bir kitabı da inceledim. Şentürk Hoca’nın kitabında, “İlim Payelerin En Üstünüdür” başlıklı bir vaz metnine rastladım. İşte o metinden bazı pasajlar:
“Değerli Kardeşlerim! İlim en üstün payedir. Allah Tealâ bilenlerle bilmeyenlerin aynı kefeye konmasının doğru olmayacağını bildirmiş, ‘(Ey Muhammed) de ki; Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür’ buyurmuştur.
“Allah Teâlâ Peygamberimize şöyle emrediyor: ‘(Ey Muhammed) de ki: Rabbim, benim ilmimi artır.’ Peygamberimiz de bu emre uyarak ‘Allah’ım, bana öğrettiğin ilimden beni yararlandır, yararlı olacak ilmi bana öğret. İlmimi artır. Her hal üzere Allah’a hamd olsun’ diye dua etmiştir.”
“Bugünkü teknolojinin, ilmin ürünü olduğunda şüphe yoktur. Dinimizin ilim tahsil etmeye neden bu kadar önem verdiği daha iyi anlaşılmaktadır. Müslümanlar, ilmin her çeşit ürününden yararlanırken ilimle meşgul olmamaları düşünülebilir mi?”
“Atalarımız dini ilimlere olduğu kadar müsbet ilimlere de önem vermişlerdi. Çünkü Kur’an sadece dini ilimleri değil, diğer ilimleri de tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim, yer ve gökler ve bunlardaki yaratılış inceliklerinden söz ediyor ve bu konularda düşünmemizi istiyor. Bu konularda düşünmek, ancak diğer ilimlere âşina olmakla mümkündür. Öyle ise değerli kardeşlerim, dinimiz ve dünyamız için gerekli olan bilgileri öğrenmeli, bu konuda çocuklarımızı yetiştirmeliyiz. Atalarımız öyle yapmışlardı. Sadece dinî ilimlerde değil, diğer ilimlerde de zamanlarına göre ileri gitmiş; müspet ilimlerin temellerini atmışlardı. Bizler de onlar gibi dinimizin emir ve tavsiyelerine kulak vererek, yavrularımızın iyi yetişmelerine, özen göstermeli, bir takım zararlı akımlarla ilgilenmelerine imkân vermemeliyiz. Onlara mal bırakmak yerine, malımızı, onların bilgi sahibi olmaları için harcamalıyız. Bakınız Hz. Ali ne güzel söylüyor: ‘İlim maldan hayırlıdır. Çünkü mal harcamakla azalır, ilim harcamakla çoğalır.’ Bir hadisi şerif ile konuşmamı tamamlıyorum. Peygamberimiz buyuruyor: ‘Ya Öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen, ya da ilmi seven ol. Fakat sakın beşincisi olma, helak olursun!’”
İşte bu… Yalnız gelin görün ki bu konu yılda bir kere hutbe ya da vaz konusu yapılıp geçiştirilemez. Konu ayrıca, camilere para toplama nutukları ile birleştirilerek etkisiz hale getirilip amacından saptırılacak kadar basit değildir. Bir diğer husus da, hemen her konuda olduğu gibi ilmi faaliyetlerde bile geçmişimizle övünmek zorunda kalıyor olmamız. Oysa bilim ve teknoloji yerinde saymaz, sürekli gelişim ve değişim halindedir. Onun için, günümüzde ne haldeyiz ona bakmamız gerekiyor.
Bunun dışındaki vaaz ve hutbelerde ise genellikle insanların öbür dünyaya hazırlanması üzerinde duruluyor, ilim konusunda yalnızca İslami ilimler konu ediliyor. Mesela çoğu zaman hutbe ve vaazların sonunda İmam Hatip okullarından, oralara kayıt yaptırılmasından söz ediliyor da teknik okullara teşvik edici bir cümleye rastladığımı hatırlamıyorum. Oysa ülkemizin kalkınması ve insanlığa hizmet için, bilim ve teknolojide çağı yakalayıp geçmemiz için müspet ilimlere ihtiyacımızın olduğu açık ve net olarak ortada duruyor.
Siyasilerimiz ve özellikle iktidarda bulunanlar ranta dayalı hayali projeler peşinde koşmak yerine ARGE çalışmalarına önem verseler, bazı üniversitelerimizin bünyesinde bulunan ve zaman zaman başarılı çalışmalarına da şahit olduğumuz TEKNOKENT’leri destekleseler, TÜBİTAK gibi milli kuruluşları liyakatli kadrolarla daha işler hale getirseler çok büyük iş yapmış olurlar. Belki “uçuk” bir fikir gibi gelebilir ama mesela Diyanet İşleri Başkanlığı pek çok Bakanlığı bile geride bırakan devasa bütçesinden bir pay ayırarak müspet ilimlere öncülük edip insanlığa ve ülke kalkınmasına hizmet eden üretime ve istihdama dayalı örnek projelere destek olsa, ödüllendirse fena mı olur? Böyle bir uygulama dini ilimlerle müspet ilimlerin birbiriyle çatışıp birbirlerine alternatif olmadıklarını göstererek insanları hurafeler peşinde sürükleyen din bezirgânlarına da iyi bir ders olmaz mı?