Türkiye’de gerçek anlamda bir yayıncılık anlayışının olmadığı ayan beyan ortada. Özellikle gazete, radyo ve televizyon kanalları belli grupların tekelinde olduğu için oluşturulan havuzlardan aktarılan sularla (!) ve siyasi yönlendirmelerle idare ediliyorlar. Seçilen konuklar da havuzların içinden seçiliyor ve konu ile uzaktan yakından ilgileri olmamasına rağmen konuşmak zorunda olduklarından fikir sahibi olmadan “görüş bildiriyor”, bundan da utanmıyorlar.
Bu konuda genel bir rahatsızlık vardı ve şikâyetler had safhaya ulaşmış olmalı ki, RTÜK nihayet seçilen konuklara yönelik bir uyarıda bulundu:
“Bu kişilerin bir kısmının gün içerisinde içerik olarak birbiriyle alakası bulunmayan programlara katılarak sanki her alanın uzman imiş gibi her programda hukukçu, terör uzmanı, siyaset bilimci, sağlık bilimci, deprem bilimci vb. farklı unvanlar kullanmak suretiyle gündemde hangi konular varsa onun üzerine yorum yaptıkları görülmektedir. Maalesef ki uzman olduklarını iddia ettikleri alanlarında yeterli derecede bilgi sahibi olmayan bu kişilerden bir kısmının yaptıkları değerlendirmelerin kamuoyunu bilinçlendirmekten ziyade toplumu yanlış yönlendirdiği de görülmektedir"
Yıllar önce de bu tanıma uyan bir program konuğu vardı. Şimdilerde sesi soluğu çıkmayan Prof. Dr. Doğu Ergil, uluslararası ilişkiler, çevre, doğum kontrolü, ekonomi, Türkçenin sadeleştirilmesi gibi aklınıza gelen ve gelebilecek olan her konuda yorumlar yapıyordu. TRT’de Program Denetçiliği yaptığım ve Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un TDK Başkanı olduğu dönemde, Türk Dil Kurumu’nu acımasızca eleştirirken kurumun yaptığı bir çalışmayı alarak kelimesi kelimesine kendi görüşü gibi anlatmasını tespit edip raporladığım için programdan ayağı kesilmişti.
İşte, RTÜK’ün bu açıklaması beni o günlere götürdü ama son yıllarda Doğu Ergil’e rahmet okutacak o kadar program konuğu, o kadar “uzman” gördük ki akıl alacak gibi değildi. İşte en son ve üstelik RTÜK açıklamasından sonra CNN Türk isimli TV Kanalı’nda Ahmet Hakan’ın yönettiği programda yaşananlar…
Konu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce düzenlenen Şeb-i Arus törenleri üzerine alevlenen “Türkçe Kur’an Tartışması!” Ekranda beş konuk var, beşinin de konu ile uzaktan ve yakından ilgileri ve alâkaları yok. Allah rızası için aklını kiraya vermemiş olan bir İlahiyatçıyı çağırmaya bile gerek görülmemiş. “En akıllısı Deli Veli, o da direkte bağlı” misali, içlerinde ucundan kıyısından konuya en yatkın olanı Mehmet Metiner ama onun da siyasi kişiliğinden dolayı peşin hükümlülüğü ortada. Söz, “Güvenlik Uzmanı” diye lanse edilen Mete Yarar’a verilince, daha ilk cümlesinde konuya tamamen Fransız olduğunu açığa çıkarıverdi: “Murat Bardakçı’nın yazdığına göre!..”
Bu da bana yine bir çağrışım yaptırdı. 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu’nda askerlik görevime başlamıştım. Tanklar üzerinde yapılan bir eğitimden sonra arkadaşlardan biri Kıbrıs’a yapılan harekâtla ilgili bir soru sorunca komutanımız, “Cumhuriyet Gazetesi’nde falanın (Sanırım Oktay Akbal demişti) yazdığına göre…”
Çömez askeriz ya, yüzüne karşı söyleyemesem de içimden yüzüne karşı mırıldanmıştım: “Hem komutansın hem de yapılan harekâtla ilgili gazetecinin yazdıklarını anlatıyorsun!”
Velhasıl, Ahmet Hakan’ın yerinde ben olsa idim, “Mete Bey, Murat Bardakçı’nın görüşüne ihtiyacım olsaydı programa onu çağırırdım. Sizin görüşünüzü merak ediyorum” diyerek işi bitirirdim ama vatandaş zaten hep Bardakçı’nın yazısını referans vererek konuşmaya devam etti. Diğer konuşmacılar da tıpkı Mete Yarar gibi fikir sahibi olmadan görüş bildirmeye kalktıkları için işin özünden çok siyaseten değerlendirmenin ötesine geçemediler. Şimdi, mesela bu konuda söz konusu program için RTÜK’ten bir uyarı ve ceza gelecek midir merak ediyorum.
Programda mihenk taşı konumuna getirilen Bardakçı ise özellikle Saray’a Danışman ya da Kurul Üyesi olduktan sonra nabza göre şerbet vermeye devam ediyor. Referans verilen yazısını ben de okumuş ve kendi kendime eleştirmiştim.
“İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şeb-i arus gecesinin ve Mevlevî âyininin tanınmaz hâle getirilmesine âlet olmuş; Kur’an’ı, naatı, salâtı vesaireyi 90 sene sonra Türkçe okutmuş ve bunu sosyal medyadan övünerek ilân etmiştir” diyen Bardakçı, konuyu amacından saptırarak ve adeta durumdan vazife çıkarıp “Kraldan çok Kralcılığa” soyunarak şunları ilave etti:
“Bu iş İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde görevli her kimin marifeti ise, o kişiye şimdi çok ama çok daha önemli bir vazife düşmektedir: İstiklâl Mahkemeleri’ni yeniden kurup ibret-i âlem için şöyle birkaç yüz kişiyi sallandırıvermek!”
Kaldı ki, Bardakçı’nın klasikleşen Şeb-i Arus törenleri’nin ritüelleri ve kalıplarının “tanınmaz hale getirildiği” iddiası da Mevlana’nın “Dün dünde kaldı cancağızım, yeni bir şeyler söylemek lazım” fikrine aykırıdır. Törenler elbette amacından saptırılmamalı ama günümüze hitap edecek hale de getirilmelidir. Farsça ve Arapça ısrarı doğru değildir. Anlam kayması olmaması açısından Kur’an ayetleri dışında kalan naat vb. söyleyişler Türkçe olarak ifade edilebilmeli, okunan Kur’an ayetlerinin Türkçe anlamları da ayrıca verilmelidir.
Şimdi ben bunları yazıyorum ya, birileri çıkıp yine beni CHP’lilikle itham ederek karalamaya kalkacak, “CHP’nin iflah olmayacağına dair” yazdığım yazıları ve burada üstelik Kur’an-ı Kerim ayetlerine dayanarak ele aldığım gerçekleri görmezden gelip keyiflerine bakacaklar. Olsun; biz yine de hem nalına hem mıhına vurmaya devam edeceğiz!
Bu tartışmalar devam ederken, Diyanet İşleri Başkanı da bir açıklama yaparak, “Ezanın Türkçe olarak okunması caiz değildir” diye kesin bir hüküm cümlesi kurdu. Araştırdım, konuyu gündeme getiren Sabah Gazetesi’ne ve yayınlanan videolara baktım; o programda zaten ezanın Türkçesi de Arapçası da okunmamış. Durup dururken Diyanet İşleri Başkanı’nın olmayan “Türkçe ezan” konusunu tartışmaya açarak eski bir yarayı kaşımasını yadırgadım. Çünkü Diyanet İşleri Başkanı siyasetçiler gibi tepki göstererek değil, bulunduğu makamın ağırlığını hissettirecek yatıştırıcı bir dille konuşmalı, olup bitenin önünü arkasını aramadan da hüküm vermemelidir.
Konu oraya gelmişken biz de fikrimizi söylemeliyiz değil mi?
Ezan, namaza davet ya da namaz vaktini bildirmek için bir çağrı, bir duyuru, bir işarettir ama farz değildir. 14 asrı aşan bir zaman diliminde bütün İslam âleminde bilinip okunan, bir Müslüman dünyanın neresine giderse gitsin duyduğunda anlayıp heyecanlanacağı bir dosttur, arkadaştır, “Ezan-ı Muhammedi” diye yâd edilen bir Sünnet’tir. Yalnız, “Türkçe olarak okunması caiz değildir” demek İslamiyet’in ruhuna aykırıdır. Bu anlayışa göre saatine, takvimine bakarak “Namaz vakti geldi” ya da, “Namaz vakti girmiş, namazımızı kılalım” demek de caiz olmaz ki tamamen saçmadır.
İbadetlerin her milletin kendi dilince yapılmasının doğru olmadığını ve bazılarının daha da ileri giderek “günah olduğunu” iddia etmeleri İslamiyet’in ruhuna, Allah’ın emirlerine aykırıdır. Bu anlayış İslamiyet’in Arap ülkelerinin dışına taşırılmaması gibi sakat bir düşünceyi de beraberinde getirir. Ayrıca bu durum, İmam-ı Azam Ebu Hanife ile takipçileri Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’le Türk Dünyası’na hâkim olan İslam anlayışının otoritesi olarak kabul edilen İmam Maturidi’nin hiç anlaşılmamış olduğunu da gösterir. Onlardan önce de asıl dayanağımız elbette Kur’an-ı Kerim’dir:
Ayet: (Ey Muhammed!) Biz Kur’anı senin dilinle indirip kolaylaştırdık. Umulur ki onlar (İçinde bulunduğun Arap toplumu) öğüt alırlar. (Duhan, 58)
Ayet: “Biz her Peygamberi ancak içinde bulunduğu toplumun diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatabilsin!” (İbrahim, 4)
Ayet: “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için ibretler vardır. Fakat bunu anlayacak olanlar ilim sahipleridirler!” (Rum, 22)
Ayet: “Kitap ehlinden öyle bir güruh vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip bükerler. Halbuki o söyledikleri kitaptan değildir. ‘Bu Allah katındandır’ derler; oysa o, Allah katından değildir. Kendileri bilip dururken yalan söylerler…” (A’l-i İmran 78, 79, 80)
Bu ayetleri okuyup anladıktan sonra açıklamaya ve yoruma gerek yok ama yine de bir iki cümle kuralım…
Yani, dünyanın her yerine dağılan ve Allah tarafından yaratılmış olan insanların dilleri ve renklerinin farklı farklı oluşu Allah’ın delillerindendir. Bunda büyük ibretler vardır ve onların Allah’a/ İslamiyet’e inanarak kendi dillerinde ibadet etmelerinde bir sakınca yoktur. Peygamberimiz o amanın şartları içinde Arap toplumu içinde dünyaya geldiği, Allah’ın emirlerini oradaki insanlara daha kolay anlatabilmesi ve insanların da daha rahat anlayabilmeleri için Kur’an-ı Kerim Arapça olarak gönderilmiştir. Keza, Bakara Suresi 285. Ayette Allah’ın emrettiği üzere Hak kitaplar olduğuna iman ettiğimiz Tevrat Musa Peygamber’in yaşadığı toplumun dili olan İbranice, İncil de İsa Peygamber’in içinde yaşadığı toplumun dili olan Aramice olarak gönderilmiştir. Bu örneklerden de anlaşılmaktadır ki, Peygamber Efendimiz Türk Milleti içinde yaşıyor olsa idi Kur’an-ı Kerim dilinin Türkçe olacağı açıktır. İbrahim Suresi 4 ve Duhan Suresi 58. Ayetlerden anlaşılan da tam olarak budur. Dolayısıyla Arapça’ya diğer dillerden farklı olarak ayrı bir kutsiyet atfetmek doğru değildir. Çünkü Arapça İslamiyet’ten önce de Arap toplumu içinde konuşulan bir dil idi. Özet olarak, Allah katında bütün diller eşittir ve yukarıya aldığımız Rum Suresi 22. Ayetle de sabittir ki bunu inkâr etmek küfürdür.
Daha önce bir başka yazımda da kullanmış olabilirim ama güzel ve çarpıcı bir örnek olduğu için tekrar etmekte fayda var. Yazımı, İlahiyat Fakültesi öğrencisi olan bir kızımızın hocasına sorduğu soru ve aldığı cevapla bitiriyorum:
-Hocam, dualarımızı Türkçe olarak yapabilir miyiz?
-Sana bir sır vereyim mi kızım; Allah çok güzel Türkçe bilir. Tabii, bütün dilleri de!