“Her ile bir üniversite, bir de yetmez üç – beş üniversite” niyetiyle yola çıkarak yeterli altyapısı ve öğretim kadrosu olmayan “üniversiteler” açan AKP iktidarları döneminde tıpkı Gazi Üniversitesi’nden Hacı Bayram Üniversitesi’nin doğurtulması gibi üniversitelerin bölünerek çoğaltılmasına da şahit olmuştuk. Yapılanlar yalnızca bunlar değildi tabii. Sosyal Bilimler Liseleri ile Sosyal Bilimler Üniversitesi’nin kurulması gibi en azından iyi bir niyetle hayata geçirildiğini sandığım ancak yaptığım bir taramada, Sosyal Bilimler Liselerinin “Düz Lise” tabir edilen liselerden geri, Anadolu ve Fen Liselerinden daha da geri bir programı olduğunu, aynı adı taşıyan üniversitenin ise adına uygun bir ihtisas üniversitesi olmak yerine diğer üniversitelerde bulunan çoğu bölümü barındırdığını gördüm.

Daha çok meslek ve teknoloji liselerine önem verilmesi gerekirken ve ülkemizde daha çok meslek edindirmeye ve üretime yönelik okullara ihtiyaç olmasına rağmen devlet nedense hiç o tarafa bakmıyor. Meslek Lisesi denince iktidardakilerin aklına gelen yalnızca İmam Hatip Liseleri ve bütün yatırımlar oraya yapılıyor. Yaklaşık aynı nüfusa sahip olduğumuz Almanya ile bizdeki üniversite ve üniversite mezunu sayılarını daha önceki yazılarımdan birinde vermiştim. Kalkınma üniversite sayısı ile değil üretimle oluyor, ülkelerin ekonomisi çalışan ve üreten iş yerlerinin sayısı ve kalitesi ile ölçülüyor, parası öyle değer kazanıyor, enflasyon yüzde birlere, ikilere ancak öyle düşüyor. Bizde ise yöneticiler hep tersini yapıyor!

Köklü İlahiyat Fakültelerimiz vardı. Bu alanda değerli ilim adamlarımız yetişmiş, çoğaldıkça kalite düşmesine rağmen fakülte sayısı da bir hayli çoğalmıştı. Ancak Üniversite ve fakülte çoğaltma politikası güden iktidar durup dururken peş peşe İslami İlimler Fakültesi adıyla yeni fakülteler açmaya başladı. Yurdun ücra köşelerine kadar yayılıp adeta ortaöğretim seviyesine indirgenen Üniversiteler misali, şimdi de yeni kurulan bu fakültelerde İmam Hatip Lisesi seviyesinde “İslami İlimler” öğretilecek! Oradan mezun olanlar da İlahiyat Fakültelerinden mezun olanlarla hemen aynı haklara sahip olacaklar. Tıpkı kökleşmiş, öğretim üye kadrosu yeterli ve ehil üniversitelerden mezun olan mühendis, hukukçu ve tıp doktorları ile altyapısı ve öğretim kadrosu yeterli olmayan üniversitelerden mezun olanların aynı haklara sahip oldukları gibi…

Derken, beterin de beteri varmış. Şimdi de bir “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” kuruldu, iyi mi? Hadi, öğrencisi olmayan (belki de olacaktır da bilmiyoruz) bu üniversitenin ne işe yaradığını açıklayalım da, “İyi mi” sorumuza o zaman cevap verilsin: Bu üniversite, oraya buraya serpiştirilen Tıp Fakültelerine ve bürokrasiye “Doçent” ve “Profesör” unvanı dağıtıyor! Nasıl mı? “Asistan yetiştiriyorlarmış!..” Yani yetişen bunca doktor, bunca ilim damı varken Tıp Fakültelerimiz ve onların değerli hocalarının “nesilleri kesilmiş” olmalı ki Asistan yetiştirip Doçent, Profesör yapamıyorlarmış da yeni kurulup öğrencisi bile olmayan, yeterli pratik ve uygulama alanı bulunmayan bir yerde yetiştirileceklermiş!..

“Sağlık Bilimleri Üniversitesi”nin bu haliyle, öğrenci yetiştirmek amacıyla değil de kadro dağıtmak için kurulduğu anlaşılıyor. Yalnızca Ankara’da, Tıp Fakültelerinde görevli yirmi civarında öğretim üyesi durumu protesto ederek istifa ya da emeklilik yolu ile görevinden ayrılmış durumda. Çünkü hastanelerde görevli üniversite hocalarının kendi üniversitelerinde derse girmelerine bile kısıtlama getirildi. Başhekim, “Ancak ben izin verirsem derse gidebilirsin” diyor. Böyle bir ortamda bir doktorun rahat çalışma imkânı bulması mümkün olabilir mi? Ya Tıp Fakültesi öğrencileri ne yapsın? Tıp öğreniminde “Oh ne güzel, hoca gelmedi; bir güzel kaynatalım” deme lüksü de yok ki!

Dert bununla da bitmiyor tabii… Giderek yaygınlaşan ve en azından 25 yıl hastanenin patronluğunu yapacak olan müteahhit, özlük hakları bakımından devlete bağlı olan doktorların başında asıl âmir gibi hava atabiliyor ve ne yazık ki, Tıp Fakülteleri giderek o Şehir Hastaneleri ile birlikte çalışmaya yönlendiriliyor. Haliyle, en az altı yıl süren tıp öğrenimi üzerine bir nevi kurmaylık sınavı olan TUS’a hazırlanıp ter döktükten sonra adım adım ilerleyerek Doçent ve Profesör olup bir yandan mesleki çalışmalar yaparken öbür yandan da öğrencilerini yetiştiren ilim adamlarımız elbette bundan rahatsızlar.

Padişah 2. Mahmut zamanında 14 Mart 1827’de kurulan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane o zamanın şartları altında kademeli olarak gelişmesini tamamlamış; genç hekim adayları ve hekimler, İmparatorluğun en zor döneminde mesleki çalışmalarının yanında milli şuuru uyandırıp devletin yeniden ayağa kalkması için gayret göstermişlerdir. 90 Tıbbiyeli genç Türk Ocakları’nın kurulmasına öncülük etmiş ve Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasında etkili olmuştur.

Daha sonra oluşturulan Tıp Fakülteleri Cumhuriyet döneminde önemli gelişmeler kaydetmiş, bu fakültelerden yetişen bilim adamlarımız dünya çapında üne kavuşarak başta ABD, İngiltere ve Almanya olmak üzere önde gelen üniversitelerinde görev almışlardır. Yurt dışından hasta kabul eden hastanelerimiz ve doktorlarımız var. Ülkemizde hemen hemen her türlü hastalığın tedavisi, her çeşit ameliyat yapılabiliyor. ARGE imkânları geliştirilse, bilimsel çalışma ve laboratuvar imkânları hazırlansa ve elbette devlet bu konuda önemli yatırımlar yapsa tıpta beyin göçünün de önüne geçileceği açıktır.

Ancak ne var ki son zamanlarda doktorlarımıza böylesi imkanlar verilip rahat çalışma ortamları hazırlamak yerine onları küstürecek, hastanelerden ve üniversitelerden uzaklaştıracak uygulamalar yapılıyor. En son, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun Ek 9. Maddesine dayanak yapılarak YÖK’le müşterek hazırlanıp yürürlüğe giren “Sağlık Bakanlığı’na Ait Kurum ve Kuruluşlar ile Devlet Üniversitelerinin İlgili Birimlerinin Birlikte Kullanımı ile İşbirliği Usul ve Esasları Hakkında Yönetmeliğin” birinci fıkrası gereğince hazırlanan “Tip Protokol” oldukça huzursuzluk yarattı.

Bir “Tip Protokol”, hastanelerde ve üniversitelerde çalışan doktorlara, öğretim üyelerine 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ile verilen hakları ellerinden almamalı. Bu “Tip Protokol” gereğince hazırlanan ve “Taraf” olarak belirlenen sağlık personeline imzalatılan/imzalatılacak olan ve 19 maddeden oluşan “Hizmet Sözleşmesi”nin ikinci maddesinde şu hususlar zikrediliyor:

“Başhekim tarafından kendisine tevdi edilen görev ile ilgili bütün işleri; SÖZLEŞME DÖNEMİ İÇİNDE YÜRÜRLÜĞE KONULACAKLAR DA DAHİL OLMAK ÜZERE mevzuata, kurumsal hedeflere, mesleki ve etik kurallara, hasta ve çalışan haklarına, hasta ve çalışan güvenliği ve memnuniyetine uygun olarak yerine getirmeyi kabul ve taahhüt eder.”

Bu maddeyi okuyunca ben, büyük harflerle yazdığım cümleye takılı kaldım. Acaba “Sözleşme dönemi içinde yürürlüğe konulacak” olanlar nelerdir? Kaldı ki diğer maddelerde de, “Geçici görev”, “Uğranılan zararların tazmin ettirilmesi”, “Nöbet”, “Performans değerlendirmesi”, “Sözleşme feshi” gibi öyle muğlak konular var ki, özellikle Şehir Hastaneleri’nin bulunduğu yerlerde “Hastane Sahibi” diye adlandırılan Müteaahhidin de sözü geçeceği için “Vay doktorlarımızın başına gelene ve gelecek olana” demekten kendimi alamıyorum.

Sağlıkta ya da herhangi bir alanda “Dönüşüm” ihtiyacı varsa aksayan yönlerin düzeltilmesi, yeni teknolojilerin devreye sokulması için yapılır. İyi işleyen sistemi bozarak huzursuzluk çıkarmanın adına “dönüşüm” demek mümkün değildir. Yukarıda “Sosyal Bilimler Üniversitesi” ve “İslami İlimler Fakültesi” örneklerinden söz etmiştim. İlk bakışta birer ihtisas üniversitesi ya da fakültesi sanılan bu okullar incelendiğinde, yeni kadrolar oluşturmak ve ahbap – çavuş ilişkileri ya da siyasi mülahazalarla birilerine kadro vermek amacına yönelik olduğu hemen anlaşılıyor. Bu anlayışın hiç girmemesi gereken tıp alanı da Sağlık Bilimleri Üniversitesi ile bozularak “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane” gibi adı üstünde şahane olan ve o şahanelikten dolayı hâlâ “Tıbbiye” olarak anılan Tıp Fakültelerimiz de köreltiliyor. Bu zihniyet, bu anlayış devam ederse gelecekte öğrenci yetiştiren üniversiteler yerine kadro dağıtan sözde üniversitelerin çoğalacağı aşikâr. Dileriz hatalar silsilesinden dönülür.

Üç bin yıllık, beş bin yıllık devlet geleneğimizi bir tarafa bıraksak bile artık yüzüncü yılına yelken açtığımız Cumhuriyetimizde kurum ve kurullar yerine oturmuş, tayin, terfi ve akademik kariyerlerin nasıl yürüyeceği sistemleşmiştir. Her şeyi değiştirmek anlayışı doğru değildir. Son on sekiz yılda ilk ve orta öğretimle oynana oynana başı döndürülmüştü. Şimdi uğradığımız virüs salgını da adeta “Madem öyle işte böyle” diyerek o dönen başların üzerine tüy dikti; çocuklar da perişan aileler de.

Bari yüksek öğrenime dokunmayın. Hele de Tıp Fakültesi gibi, Mühendislikler gibi teorinin yanında pratik eğitim ve öğretime dayalı bölümler oyuncak haline getirilemez. Özellikle şu salgın döneminde doktorlarımıza moral verici çalışmalar yapmak yerine onların şevkini kırıp meslekten soğutmanın alemi yok; öyle değil mi?