Bizler kısaca “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne”, Fransız Türkolog Jean-Paul Roux’un tanımlaması ile de “Mağrip’ten Ganj’a, Belgrad’dan Pekin’e” ve hatta Sibirya’ya, Tuva’ya kadar dünyanın büyük bir bölümüne yayılan Türk coğrafyasında yaşayan Türklerin birliğini hayal ederek büyüdük. Ziya Gökalp’in, “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan, vatan büyük ve müebbed bir ülkedir; Turan” düsturu yol göstericimiz oldu. Yine O’nun, “Düşmanın ülkesi viran olacak, Türkiye büyüyüp Turan olacak” mısralarını kalbimize nakşettik, dilimizden düşürmedik.
Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, “Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapatacağım” diyordu. Bir yandan işgal edilmiş, yakılıp yıkılmış memleketi küllerinden yeniden doğdurarak ayağa kaldırmaya çalışırken öbür yandan da “Sovyetler yarın dağılabilir ve sımsıkı elinde tuttuğu kardeşlerimiz hür kalabilirler. Bugünden yarına hazırlıklı olmalıyız” diyordu. Atatürk aynı zamanda, bugün 72 yıldan beri Çin esaretinde bulunan Doğu Türkistan’dan getirttiği ona yakın gencin Türkiye’de okumalarını sağlamış, Hatay’ın Fransızlardan ve Suriye’den koparılıp Anavatan’a kavuşturulması için o bölgeden getirttiği 132 genci eğitip göndermişti. O, Litvanya’nın Trakai bölgesinde yaşayan ama kimsenin varlıklarından haberdar olmadığı Karay Türkleri ile de ilgilenip haberleşerek yayınlar gönderiyor, Gaspralı İsmail Bey’in “Dilde, fikirde, işde birlik” idealini gerçekleştirmek için çalışıyordu.
Velhasıl biz işte bu anlayışla, bu duygularla coştuk, okuduk, yazdık, söyledik. Çoğu zaman slogandan öteye geçemedik belki ama ülkümüz, idealimiz hiç sönmedi. İmkân bulanlarımız daha faydalı işler yaptılar. Ancak asıl gayret devlete düşüyordu. Devlet yönetimine gelenlerin ise böyle bir niyetleri olmadığı gibi o yolda gayreti olanları cezalandırmaktan da geri durmadılar. Derken şartlar o hale getirdi ki “Bize Türklükle gelmeyin, her türlü milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık” diyenler Türk Dünyasına sarılmak gerektiğini hatırladılar.
3 Ekim 2009 tarihinde imzalanan Nahçıvan Anlaşması ile kurulan “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi” 12 Kasım 2021 tarihinde İstanbul’da daha geniş bir katılımla toplanarak adını “Türk Devletleri Teşkilatı” olarak değiştirdi.
Bu durum elbette bizleri heyecanlandırdı. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası’nın büyük bir bölümünü gezerek oralardaki kardeşlerimizle görüşüp kucaklaşmak ve dertleşmek bahtiyarlığına ermiş, hatıralarımı da Modern Seyahatname adıyla kitap olarak yayınlamıştım. Hayallerimizin gerçeğe dönmesi yolunda atılan adımlara elbette sevinirim. Siyasi birtakım öncelikler, kaygılar ve ayrılıklar olmasa zaten uçsuz bucaksız Türk Dünyası’nda yaşayan kardeşlerimiz arasında bir ayrılık yok. Gittiğimiz her yerde “Gardaş, gardaş” diye bizi bağırlarına basanlar, Moğolistan’da bile “Amcaoğulları gelmiş” diyenlerin birlik ve beraberlik içinde olmalarından, dünyada bir Türk Birliği kurulmasından daha tabii, daha normal ne olabilir?
Buraya kadar her şey güzel. Yalnız, Türk Konseyi 8. Zirvesi’nde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti Genel Başkanvekili Binali Yıldırım’ın Aksakallılar Konseyi’ne “Türkiye’nin Aksakalı olarak atandığını” söyleyince durup düşündüm, moralim bozuldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Binali Bey’in tecrübesi ve birikimiyle, ulaştırma başta olmak üzere konseyin çalışmalarına her alanda değerli katkılar sağlayacağına inanıyorum” diyordu. İyi, güzel de, Binali Bey’in şimdiye kadar Türk Dünyası ile ilgili kaygıları, ülkü ve idealleri olmuş mu idi? Bu konuda dağarcığında neler vardı? Türkiye’de Bürokrat olarak, Bakan, Başbakan, TBMM Başkanı olarak görev yapması buna yeter mi idi? Siyaseten bir yerlere gelmek başka, bir konuda “Aksakal” olmak başka değil midir? “Aksakal” nedir, kime denir?
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “Bir meslekte yaşça, kıdemce ileride ve yetenek bakımından üstün niteliğe sahip olan kimse, duayen” demek. Ayrıca, “Ermiş, evliya.” Anlamları da verilmiş.
Peki, “Aksakal”ın tarihi misyonu nedir? İlk defa nerede, ne zaman, nasıl kullanılmıştır?
Hoca Ahmed Yesevi konusunda araştırmalar yapan ve O’nun Hikmetlerini en geniş şekli ile yayınlayan Dr. Hayati Bice’nin, Kazakistan’da Naim – Bek Nurmuhammedoğlu tarafından yayınlanan Hoca Ahmed Yesevi Türbesi isimli eserinden aktardığına göre Türk Dünyası’nın ilk Aksakal’ı Hoca Ahmed Yesevi’nin Piri Arslan Bab’dır. Menkıbeye göre, Emanet’i Hz. Muhammed’den alan Arslan Bab, aldığı emanetin sahibini bulmak üzere yeryüzünde dolaşırken, Türkistan topraklarına geldiğinde önüne çıkan 11 yaşındaki bir çocuk, “Aksakal, emanetimi verin” diye seslenmiş ve Arslan Bab o emaneti teslim etmiştir.
Arslan Bab, Hoca Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli… ve Binali Yıldırım!
Hadi, günümüzde her şey değişti, her işi siyaset belirliyor. Belirliyor da, Türk Dünyası’na “Aksakal” olarak belirlenen kişi Türk Dünyası’ndan habersiz ise ve Türk Dünyası’nın en mağdurları durumunda olan Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi üzen biri ise gönlümüz buna nasıl razı olacak?
Haziran 2018’de, eşi ile birlikte Çin ziyaretinde bulunan ve Çin Seddi’nde dalgalanan Komünist Çin bayrağı altında poz veren “Son Başbakan” Binali Yıldırım orada yaptığı açıklamalarda ve Youtube üzerinden yayın yapan Babala Tv’de Oğuzhan Uğur’un sorusuna cevap verirken şunları söylüyordu:
“Doğu Türkistan konusu çok hassas bir konu. Bizim bu konuda düşüncemiz çok açık ve net. Çin’in egemenliği, toprak bütünlüğü bizim için çok önemli. Doğu Türkistan’da soydaşlarımız, kardeşlerimiz var ama teröre bulaşırlarsa, toprak bütünlüğü, egemenlik haklarına açıkça karşı çıkarlarsa biz onlara olumlu bakmayız!”
Bir defa Çin Doğu Türkistan’da tam 72 yıldan beri işgalci durumda. Yani Doğu Türkistan “Çin’in toprak bütünlüğü” içinde değil. Orada Uygur ağırlıklı olmak üzere Kazak, Kırgız gibi milyonlarca Türk esaret altında ve işkence görüyor, soykırıma tabi tutuluyorlar. Onun için, siyaseten bile olsa “Çin’in toprak bütünlüğüne saygılıyız” cümlesinden nefret ediyorum.
Kaldı ki, Türkiye’nin son Başbakan’ı olarak gittiği Çin gezisinde Binal’i Yıldırım’ı götürüp şenlik – şamata içinde poz verdirdikleri yer de oldukça manidardır. O yer, Çin Seddi üzerinde bulunan Büyük Kapı’nın önüdür. Binali Yıldırım Başkanlığı’ndaki Türk heyetini orada geleneksel Çin kıyafetleri giyen kızlar karşıladı. Toplu fotoğraf çekilirken arkalarında duran askerlerin tuttukları flama oldukça dikkat çekici ve aynı zamanda da manidardır. Geleneksel kıyafetler içindeki kızlar ve askerler Çin’in Tang Hanedanlığı devrinin sembolleri ile donatılmışlardır. O mekân aynı zamanda, Göktürk Kağanlığı askerlerinin Çinlilere mağlup oldukları yerdir ve verilen mesaj açıktır.
Bürokrasi, diplomasi, Dışişleri heyeti, Türkiye’nin Çin’deki Büyükelçiliği bu tuzağa düşmemeli, Türkiye’nin son Başbakanı’nı böyle bir durumdan korumalı ve kurtarmalı, Başbakan da nereye ne için gittiğini, götürüldüğünü araştırıp ona göre tavır almalı idi. Tarih bilinci olmayan, gittikleri, görevlendirildikleri ülkelerin şuur altlarını okuyamayan bürokratlar ve siyasiler daima hata yaparlar.
İşte, yapılan hatalardan biri daha…
İstanbul’da yapılan Türk Devletleri Teşkilatı toplantısında, Karabağ zaferi dolayısı ile Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’e "Türk Dünyası Ali Nişanı" verildi. Bunu da alkışlıyoruz da… Yalnız, işte o “dalar”, “amalar”, “fakatlar” yok mu? Hep hevesimiz kursağımızda kalıyor! Sayın Cumhurbaşkanı konuşmasında Gaspralı İsmail Bey’in “Dilde, işde, fikirde birlik” düsturundan da bahsetmişti. Ama verilen nişanın adına bakıyoruz, “Türk Dünyası Yüce Nişanı" diyecek yerde araya bir Arapça "Ali" sıkıştırılmış. Bununla kalınsa yine de iyi. Çünkü beterin de beteri var: Verilen nişanın İngilizce olarak hazırlanması da ne oluyor? Nişanda, “Supreme order of Turkic World” yazıyor ve hiçbir Türkçe kelime yok. Sulandırılmadan bir iş yapılamaz mı bu memlekette? İngilizce olarak hazırlanması da ne oluyor? Verilen nişan böylece daha mı değer kazanıyor yoksa değersizleşiyor mu?
Onun için diyorum ki, Türk bürokrasisi bu aşağılık kompleksinden kurtulmalı, Türkiye’de, Türk Dünyası’nda yapılan toplantılarda, verilecek ödül, nişan, plaketlerde Türkçe konuşulmalı, Türkçe yazılmalı, siyasiler de buna özenle dikkat etmelidirler. Keza, Türk Dünyası için seçilecek “Aksakal” da siyasi yönü ile öne çıkan biri yerine yıllarını bu ideale veren, Türk tarih bilinci ve kültürü ile yoğurulmuş, herkesin “İşte budur” diyeceği biri olmalıdır. Yanlıştan dönülmesini ve hayallerimizin gerçekleşmesi yolunda önemli bir adım olarak gördüğümüz Türk Devletleri Teşkilatı’nın siyasete kurban edilmemesini diliyorum.