Gezegenimizde işler iyi gitmiyor. Dünyamızın birçok yerinde savaşlar devam ediyor. Yine birçok yerde açlıktan ölenleri izliyoruz. Güven duygumuz zedelendi. Anneye, Babaya, eşe, dosta ve kutsallarımıza güvenmiyoruz. Suç oranları arttı. Suç ve suçlularla nerede ne zaman karşılaşacağımız belli değildir. Boşanmalar tavan yaptı, Aileler dağıldı. Mutsuz ve gergin kalabalıkların arasında artan rekabetin sebep olduğu İstikrarsızlığın kuyusuna düşüverdik. Sürekli endişe ve kronik mutsuzluk, depresyonların içinde ruhsal depremler meydana getirerek geleceğimizi karartmaya devam ediyor. Nereye gidiyoruz? Bir çıkış var mı?
Adam SMİTH: “Büyük servet olan yerde büyük eşitsizlik vardır. Bir kişinin çok zengin olabilmesi için en az beş yüz fakir gerekir. Zengin ve güçlü olanlara hayranlık duyup onlara neredeyse taparken, fakir ve muhtaç durumdakileri hor görme veya en azından görmezden gelme eğilimi, ahlak anlayışımızın çökmesine neden olan en büyük etken olduğunu” söylüyor.
“Hayatta kalmak ve kabul edilebilir bir yaşam sürmek için gerekenlerin gittikçe zor bulunur ve zor ulaşılır olması, bunları tedarik edenler ile terk edilmiş muhtaçlar arasında gırtlak gırtlağa mücadeleye ve hatta savaşa yol açacağından, eşitsizlik uçurumunun derinleşmesinin başlıca kurbanı Demokrasi olacaktır! Evet, belli bir azınlığın elinde biriken ve devleşen servet toplumun üst kesiminde kendi kalelerini oluşturdu. Aşağılara damlamadı. Geriye kalanları zenginleştirmedi. Bizi kendi geleceğimiz ya da çocuklarımızın geleceği hakkında daha iyimser, daha güvenli veya mutlu kılmadı.(1)Bir tarafta birinci sınıf sağlık hizmetlerinden yararlananlar, diğer tarafta yoksulluktan ölenler. Bir tarafta çocuklarını özel eğitimden geçirenler, diğer tarafta karnını doyurma derdine düşenler. Adaletsiz bir dünya ve Adaletsiz bir yaşamın pençesine düşürülmüşüz!
LANSEY diyor ki, “Azalan alım gücü tüketime son derece bağımlı olan ekonomilerde talebi yok ediyor ve böylece aslında tüketim toplumları tüketme kapasitelerini kaybediyor. Büyümeden elde edilen kazançların küresel çapta küçük bir elit gurubun eline bırakılması varlık BARONLARINA neden oluyor ve kaçınılmaz olarak şu sonuç ortaya çıkıyor; sosyal eşitsizliğin acı gerçekleri toplumdaki herkes veya hemen hemen herkes için kötüdür. Yani son 30 yılda aldığımız temel ders; toplumun en zengin üyelerinin pastadan daha büyük pay almasına izin veren bir modelin eninde sonunda kendi kendini yok edeceğidir.
Evet, tepedekilerin ”İŞVEREN” rolünü yerine getirerek ekonomiye daha fazla katkıda bulunduğu gerekçesiyle ”EŞİTSİZLİK” daima haklı gösterilmiştir. Ancak 2 008 ve 2009’a gelindiğinde görüldü ki; bu adamlar ekonomiyi iflasın eşiğine getirip milyarlarca dolarları alıp sıvıştılar.
Daniel DORLİNG, bu acımasız eşitsizliğin mevcut durumunu evrensel boyutta şöyle özetlemektedir:
“Dünya nüfusunun %10’u sık sık aç kalıyor. En zengin %10 ise ailelerinin geçmişinde bir açlık anı hatırlamıyor.
En fakir %10 çocukları için en temel eğitimi bile zar zor sağlarken, en zengin %10 çocuklarının sadece kendi düzeyindekilerle ve hatta daha üsttekilerle kaynaşabilmesi için gerekli okul ücretlerini ödemeye hazır, çünkü çocuklarının diğer çocuklarla kaynaşmasından korkar hale geldiler.
En fakir %10 nerdeyse sürekli hiçbir sosyal güvenliğin ve işsizlik gelirinin olmadığı yerlerde yaşıyor. En zengin %10 ise işsizlik geliriyle yaşamayı hayal bile edemiyor.
En fakir %10 şehirde günlük işler bulabilirken ya da kırsal alanda çiftçilik yaparken, en zengin %10’un aylık maaşı garanti altında. Zenginlerin birçoğu faiz gelirleri dururken maaşa tenezzül bile etmemekteler.”
Yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu durumu çok kıymetli fikir ve düşünce adamlarının görüş ve düşüncelerine yer vererek özetlemeye çalıştık. Türk devletlerinde de aşağı yukarı aynı sorunlarla karşı karşıya bulunmaktayız. Konularla ilgili daha kapsamlı çalışmaları bulunan yüzyılın bilim adamı Samuel Huntington konuyu bir “MEDENİYETLER SAVAŞI” şeklinde açıklamaktadır. Başka bir kıymetli bilim adamı Fukuyama: “Tarihin sonu her şeyin sonu” şeklinde açıklamaktadır. Bütün bunları düşündüğümüzde: “Nereye gidiyoruz? Bir çıkış var mı?” gibi sorularla karşılaşmak durumundayız. Aklımız, duygularımız ve hırslarımızla, kendi ellerimizle kirlettiğimiz dünyayı, İnsanlık onurumuza yaraşır şekilde yeniden inşa edebilir miyiz?
Küreselliğin bizleri getirmiş olduğu bu yoksul, adaletsiz, sevgisiz ve eşitsizlik ortamında varlığımızı sürdürebilmek için yeni bir paradigmaya ihtiyacımız vardır. Bu paradigmanın mevcut sorunları çözebilecek düzeyde ve kapsamda olması gerekmektedir. Dolayısıyla paradigmanın temel taşları sevgi, insan ve adalet odaklı olmalıdır. Bu kapsamda Türk tarihi ve Türk kültürü incelendiğinde tarihsel ve kültürel kodlarımızın içerisinde tüm bunların olduğunu görmekteyiz. Türkistan’da yükselen hoca Ahmet Yesevi, bütün insanlığa ışık tutabilecek ve kucaklayabilecek bir anlayış ortaya koymuştur. Bu anlayıştan beslenen ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde kabirleri bulunan Hacı Bektaş-i Veli, Yunus Emre ve Mevlana gibi büyük düşünce insanlarına kulak vereceğiz. Bu insanların felsefeleri ve geliştirmiş oldukları anlayışlar çerçevesinde bizler de kendi paradigmamızı inşa edeceğiz. Mevlana’nın da söylediği gibi:
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel.
İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel.
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergahı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Diyeceğiz ve böylelikle ümitsizliği, karamsarlığı, yalnızlığı, çaresizliği ortadan kaldıracağız.
Hacı Bektaşi Veli’nin şu meşhur sözünü hatırlayalım: “Eline, beline, diline sahip ol.” Bir insan eline, beline, diline sahip olduğu zaman haksızlık, adaletsizlik yapmayacaktır. Hareket ederken kurallara, kanunlara ve kısıtlayıcı yönergelere ihtiyaç duymayacaktır. Elbette ki kuralları ve kanunları geliştirip koruyacağız, fakat böyle bir zihin ve fikir inşası ile insanlığa sevgiyi, adaleti ve özgürlüğü sunacağız.
Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Anlayışından hareket edeceğiz. Yunus Emr’nin şu sözlerine kulak vereceğiz: “Maharet güzeli görebilmektir, sevmenin sırrına erebilmektir. Cihan alem herkes bilsin ki, en büyük ibadet sevebilmektir.”
Yine Yusuf Has Hacip de bu konuda şunları söylemiştir: “insan her işe başlarken bilgi ile başlar ve akıl ile sona erdirir. Bütün iyilikler bilginin faydasıdır. Bilgi ile göğe dahi yol bulunur. İnsan nadir değil, insanlık nadirdir. İnsan az değil, doğruluk azdır. Akıl bir meşaledir; kör için göz, ölü vücut için can, dilsiz için sözdür. İnsan inciyi denizden çıkarmayı bilmezse; o, ha inci olmuş ha çakıl taşı!”
Kendimize temel aldığımız bu anlayışlar gayet açık bir şekilde gösteriyor ki insan ve sevgi odaklı bir anlayış geliştireceğiz. Irk, din, dil ayrımı yapmayacağız. Bilgiye ve bilene güveneceğiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği rotada, muasır medeniyetler seviyesine ulaşabilmek için, Türk’ün tarihsel ve kültürel kodları üzerine, insan ve sevgi odaklı yeni fikir, yeni zihin inşasını bütün Türk akraba toplulukları el ele vererek bütün insanlık için yeni bir paradigmayla yola çıkıyoruz. Bu paradigmanın temel parametresi “Dilde, fikirde, işte birlik!” olacaktır.
Atatürk’ün de dediği gibi “Ne mutlu Türk’üm diyene!”