Din adamına saygı, dine saygıdan kaynaklanır. Türk toplumu, din adamından, dinin doğru temsil edilmesini bekler. Sokaktaki insandan daha namuslu, daha bilgili, daha ahlaklı olmasını ister, öyle de düşünür.
Bu saygı bazen o kadar ileri gider ki dinle din adamını özdeşleştirir. Onun her sözünde her davranışında dini görmeye başlar. İşte asıl tehlike de buradadır. Dine bir kişi üzerinden bağlanmak o kişinin beşerî zaaflarına, hırslarına, hatalarına da bağlanma sonucu doğurur.
Bu ülkede birçok insanın din rotası bu şekilde işler. Bir dinin peşinden gittiğini sanırken aslında bir faninin peşinden koşarlar. Ona veya onlara iç dünyasında verdiği mevki, biçtiği rol eleştirel bakmaya müsaade etmez. Bazen öyle bir hale gelir ki o veya onlarda olağanüstü güçler vehmetmeye başlar. Bu artık o kişinin beşerilikten uluhiyet makamına çıkarılması demektir.
Geçmişte din adına öne atılan bir kısım maceraperestin arkasında gözü kapalı giden kitlelerin hikayeleri budur. Derviş donuna bürünmekle derviş olmak aynı şey değildir. Her kanat takan kuş değildir. Her sarığın, cübbenin altında bir veli bulunmaz. Dindarlık bir istikamet işidir. Dervişliğin terazisi de budur.
Büyük tasavvuf adamlarının ilk hedefleri her zaman kendilerini oldurmak olmuştur. Olmadan, oldurmaya çalışmamışlardır. Gerçek veli nazarını ilkin kendine çevirir, dövecekse kendini döver, yoğuracaksa kendini yoğurur. O bir aşk yolcusudur. Yüzü halka değil, Hakka dönüktür. Kendinde başlar kendinde bitirir. İstikametini düzelttikçe ışığı çoğalır, topluma güzel örnek olur, çağrısı kendine değil, Hakkadır. Topluma ağzıyla değil, davranışlarının dili ile konuşur.
Tarihimizde böyle ulu yürekli önder şahsiyetler olmuştur. Onlar temsil ettikleri dini sevdirmişler, birer ruh terbiyecisi gibi yaşamışlar, "bir doğrunun imanı bin eğriyi düzeltir" fehvasınca birer ahlak kılavuzu olmuşlardır.
Lakin tarih onlar gibi görünüp onların ruh iklimlerinden kutuplar kadar uzak olanlara da tanık olmuştur. Her iyinin mutlaka sahtesi de çıkmıştır. Kötünün sahtesi veya taklidi olmaz, çünkü bir getirisi yoktur. İşte sorun da burada başlamaktadır. Gerçek mutasavvıf, terki dünya, terki ukba, terki terk der. O her şeyden geçip Allah'a yönelmiştir. Sahtesi ise ne dünyayı ne ukbayı terk etmiştir. O istemektedir. O kılığa girmesinin sebebi de o kılığın dünyevi hedeflere ulaşmayı kolaylaştırdığı içindir.
Son günlerde tarikat adı altında yapılan tartışmaların hangisinde -topluma güzel örneklik- olacak bir duyarlılık var? Birbirlerini kasetle tehdit edenler, özel hayatlarla ilgili imada bulunanlar kendilerine veremedikleri bir ahlakı topluma verebilirler mi?
Eskinin mutasavvıfı Allah'ı isterdi, din adamına gösterilen saygı da o eski örneklerden geliyor. Bugün mutasavvıf kisvesi giyenler dünyayı istiyor. Onu elde etme uğruna yüce dinimizi de eğip büküyor, insanları kendileriyle birlikte felakete sürüklüyorlar. Din ne cübbe ne sarık ne sakaldır. Din, güzel ahlak, adalet, Allah'a ve kullarına saygıdır. Önemli olan sarığa cübbeye bürünmek değil, yüce peygamberin güzel ahlakına bürünmektir. Bunun yolu da her derviş kılıklıya aldanmamak, bu tipleri peygamber aynasından geçirmektir. O nasıl yaşamış, bunlar nasıl yaşıyorlar? O nasıl bir ufuk çizmiş, bunlar nasıl bir ufuk çiziyorlar? O aynadan her şey bütün çıplaklığı ile görünür. Yeter ki bakmayı bilelim. İşte asıl mesele budur; Dinimizi bilmiyoruz ki onun penceresinden bakmayı bilelim.