Önlüğümün siyah, yakamın beyaz dantel olduğu ilkokul yıllarıma gidiyorum. Sobanın sıcaklığıyla mahmurlaşmış gözlerimizle kara tahta önünde öğretmenimizi izlediğimiz yıllara…
Samimiyetin, sıcaklığın, “sınıf içi aile olmanın” hissedildiği, genel olarak oturan, dinleyen, susan, yazan ve ne söylenirse “doğru olduğunun” sanıldığı dönemlere…
Su gibi akan zamanla, aile geleneğini bozmayarak, öğretmenliği seçtiğimin üçüncü senesine götürmek istiyorum sizleri şimdi de :
“Öğretim yöntem ve teknikleri” üzerine eğitim aldığımız o zamanlarda “Vay be ne kadar değişik teknikler var” dediğimiz,“Yaparak ve yaşayarak öğrenmenin” kendi okul yıllarımızda bizim yakınımızdan dahi geçmediğini idrak ettiğimiz, hayran hayran hocalarımızı izlediğimiz kurslara.
Hazırladığımız ödevleri “asetata yazıp tepegöz ile yansıtmak” bizler için bir devrim niteliğindeydi sanki.
Hayatımıza giren ilk cep telefonlarının ağırlıklarını ve özelliklerini düşündükçe şimdi bir gülümseme alıyor beni.
Birkaç yıl sonrasında, günün birinde küçücük bir demir parçası gördüğümü hatırlıyorum, binlerce sayfayı hafızasında tutma özelliğine sahip, adına flash bellek denen. “Aman Allah’ım muhteşem” diye haykırarak -elbette değildi ama- esas devrimin bu olduğunu düşündüğüm bir andı bu. Zira disketler cd lere, walkmenler i podlara göz açıp kapayıncaya kadar dönüşecekti.
2018 de yani günümüzde mesleğimin onikinci yılındayım.
Sınıflarımızda artık projeksiyon cihazları, ses sistemleri, akıllı tahtalar var. Ve akıp geçen zamanda bunların hiç birini devrim niteliğinde değerlendirmiyorum. Çağın gerekleri olarak karşımıza çıkan tüm bu yenilikleri zamanla özümsüyoruz farkında olmadan. “Bilgi ve bilgiye ulaşma yolları” canlı bir organizma gibi sürekli yenilenen ve her an takip edilmesi gereken unsurlar kategorisinde yerlerini alıyor.
Çağın gerekliliğine uymadan sunulan bilgi ne kadar önemli olursa olsun atıl hale düşmesi kaçınılmaz oluyor. Modern çağın getirileri kullanılarak, yenilenerek öğrenciye sunulan eğitime de “ÇAĞDAŞ EĞİTİM” deniyor.
Sayfalarca yazmanın mümkün olduğu “EĞİTİM” konusunda, dünya ülkelerini incelediğimde, ön plana çıkan Finlandiya’dan bahsetmek istiyorum sizlere Zira bu ülke eğitime örnek olmuş ve yepyeni pencereler açmış bir ülke olarak karşımıza çıkıyor.
Okul yaşamı Finlandiya’nın bizzat uygulamakta olduğu “Gençlik ve Eğitim Politikalarının” bir tezahürüdür. Finli çocuklar anaokulu ve ilkokul hayatları boyunca oyunlar vasıtasıyla eğlenerek öğrenirler. Finli öğretmenler de matematik ve fen derslerindeki soyut kavramları öğrenmenin en iyi yolunun müzik, drama ya da spor uygulamaları olduğunu düşünürler.
Bu ülkede çocukların aileleri ile büyümeleri noktasında hassas davranılır. Geleceğin teminatları bizde olduğu gibi neredeyse altı bezli dönemde okula çekilmeye zorlanmazlar. Zorunlu okula başlama yaşı yedidir.
Türkiye’de çocuklar birkaç sokak ötedeki okula bile servisle giderken Finlandiya’da birinci sınıftan itibaren okula yürüyerek gidilir. (Okula öğrencilik yıllarında yürüyerek giden bir öğrenci olarak o yollarda oluşturulan arkadaşlıkların tadı bile farklıdır diyebilirim)
Müfredatın çok basit olarak tabir edilebileceği Finlandiya’da öğretmenler okutacakları kitapları kendileri seçer. Çünkü devletleri öğretmenlerine güvenir. Biz de olduğu gibi doğru dürüst incelenmeden basılan kitapların okutulması zorunlu kılınmaz.
Öğrencilere çöp attırsanız ertesi gün velilerin büyük ihtimalle koşa koşa okula geleceklerini düşündüğüm ülkemizin tersine Finlandiya’da öğrenciler okulun tüm işlerini nöbetleşe sistemiyle birlikte yaparlar. Okullarda hizmetli dahi bulunmaz. Bu yöntemle öğrencilerin sorumluluk duygularını geliştirirler ve sorumluluğunu bilen bireyler olarak yetiştiriler.
Bu ülkede okullarda günlük ders saati 4 saati geçmez. Öğrenciler okuldan sonra ekstra kursa, sınava tabi tutulmazlar. Sınıfların dizaynı “yaparak, yaşayarak öğrenmeye” uygun olarak tasarlanır. Öğrencilerin resim, müzik ve beden eğitimindeki başarıları en az matematik, Türkçe dersleri kadar önemli durumdadır.
“En başarılı öğretmen ödev verendir” mantığına orada rastlayamazsınız. Zira öğrencilere ödev verilmez.
Öğretmenlerin gelir düzeyleri yüksek olduğundan tüm enerjilerini mesleklerine aktarabilirler, ülkemizdeki meslektaşları gibi ek iş yapma kaygıları yoktur.
Tüm bunları iç sesimin bana fısıldaması eşliğinde yazıyorum :
“İnsanların ne güzel bir sistemi ve okulları var.” Gıpta etme ve kıskançlık arasındaki o ince ve hassas çizgide olduğumu hissediyorum.
Bunlar bizim ülkemiz içinde gerçekleşmesi mümkün olan şeyler. Onların dünyada yakaladığı başarıyı biz de elbette yakalayabilir, böyle bir çağdaş eğitime sahip olabiliriz.
Peki ama nasıl ?
“Çağdaş ve milli bir eğitim politikası ile, eğitimin önemine varmış devlet politikası ile. Tüm bu çalışmaları yapabileceğimiz altyapıya sahip okullar ile…”
Bu konuya bir sonraki yazım ile devam etmek üzere hoşçakalın.
Gökçe Kız