Yapılması gereken yapıldı düşüncesiyle konuyu kapatmıştım. Fakat aldığım bir haber üzerine, son bir yazı iktizâ etti.

Devlet Arşivleri Başkanı Prof. Dr. Uğur Ünal, 18. Türk Târih Kongresi’nin kapanış oturumunda dünyânın her tarafından gelen 800 târihçinin gözünün içine baka baka, ağustos ayında yapmaya kalktığı “250 arşivcinin başka kurumlara gönderilmesi” meselesinin doğru olmadığını; arşivcilerin yeni sistemde teşkilata dâhil edildiğini; başkanın atanmasından 15-20 gün sonra bütün personelin zâten alındığını; arada bayram tâtili olduğunu söyleyerek, “Bunu da kimse unutmasın!” demiş.

Unutmadık Uğur Bey! Hiçbir şeyi unutmadık. Hattâ size de hatırlatalım. Belli ki unutmak istiyorsunuz.

14 Ağustos’ta Odatv’de çıkan bir haberde havuza düşen 500 den fazla arşivciden 300’ünün (sonra 250 olduğu anlaşıldı) başka kurumlara gönderildiği; içlerinde kurum için hayâtî önemi olan uzmanların olduğu haberi çıktı. Türk Arşivciler Derneği, haberi doğrulayan basın bildirisi yayınladı. 15 Ağustos’da ben yazdım. 16 Ağustos’da Servet Avcı (Yeniçağ)  ve Zekeriya Kurşun (Yeni Şafak), 19 Ağustos’da Resul Tosun (Star), 20 Ağustos’da Arslan Tekin (Yeniçağ), 26 Ağustos’da Şükrü Hanioğlu (Sabah) yazdı. Bu yazıları yalanlamadığınız gibi bu süreçte araya giren sendikacılara, siyâsîlere, târihçilere, geri adım atmayacağınızı söylediniz. Üstelik de gönderilen 250 kişinin yerine bir cemaat yapılanması olacağı eleştirileri ayyuka çıkmışken.

Arşiv personeli ve bizler de geri adım atmadık. 27 Ağustos’da bir yazı yazarak neden sustuğunuzu sordum. 28 Ağustos’da nihâyet ses verdiniz.

İşte verdiğiniz sesin bir kısmı:

“... henüz tamamlanmamış olan bu süreci akamete uğratacak yanlış ve eksik haberleri tekzip etmek benim görevimdir. Nitekim gelinen nokta itibarıyla fazlasıyla istismarına kalkışılan mevcut arşiv çalışanları hakkında bir oran verecek olursak; eski Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünde arşiv iş ve işlemlerinde çalışmakta olan toplam 488 kişiden yüzde 71'inin yeni teşkilatta göreve başladığını söyleyebilirim.

Arşiv hizmetlerinde yetişmiş, emek sarf etmiş eski kurum personelimizin de yeni kurumumuza kazandırılması yönünde çalışmalarımız sürmektedir. Arşivlerimizin bu arkadaşlarımızın omuzlarında ayağa kalktığını en iyi bilenlerdenim."

Devlet, zâten çalışan sayısınca kadro vermiş. Hepsi, bir günde yeni teşkilata geçebilir. 488 kişinin yüzde yetmişini bir günde yeni teşkilata başlatabiliyorsunuz ama kalan yüzde 29’unu haftalarca bekletip yavaş yavaş başlatıyorsunuz öyle mi? Hangi çağdayız Uğur bey? Hem bu, “göreve başlayan yüzde 71” de neyin nesi? Gönderilenler 250 kişi. Yâni yarıdan da fazla.

“Araya bayram tâtili girdi.” diyorsunuz. İki haftanın 4 günü bayram. Anlayamıyorum, size her gün mü bayram?

Yanlış ve eksik dediğiniz haberin kaynağı, Devlet Personel Başkanlığı sitesi.

Bu tuhaf açıklamanızdan sonra Erhan Afyoncu (Sabah) ve Abdurrahman Dilipak da (Yeni Akit) konuyu köşelerine taşıdılar. Yine i’tirâz etmediniz. Nihâyet çevrilen oyun bozuldu ve 14 Ağustos’tan haftalar sonra başka kurumlara gönderilen personel de yeni teşkilata dâhil edildi.

Oruç tutuyorsunuz. Namaz kılıyorsunuz. Hacca da gittiniz. Demek ki siz, bir Müslümansınız. Müslüman, yalan söylemez Uğur Bey!

Adınız Uğur. Sakalınız, bıyığınız var. Takım elbise giyiyorsunuz. Demek ki siz, bir erkeksiniz. Erkek adam, yaptığını inkâr etmez Uğur Bey!

Adınızın önünde, profesör ünvânı var. Demek ki siz, bir bilim adamısınız. Bir bilim adamı, ortada belgesi olan bir gerçeği yok saymaz, sayamaz Uğur Bey!

Yüzlerce insanın huzûrunda bir gerçeği çalmaya kalkarak kendinizi, inancınızı, bilim adamlığınızı inkâr ettiniz. Kendinizi soru işâretli hâle getirdiniz. “Değer mi?” diye sormayacağım. Demek ki değiyor.

Bu arada Devlet Arşivleri personelinin yaşadığı süreç, bir can aldı. Bir arkadaşımızın zâten çok yorgun olan kalbi, bu gerginliği kaldıramayıp durdu.

Gözünüz aydın olsun! Bir kadro cepte!

Kurumda çalışma barışı bitti. Kalanlar-gidenler ayrımı yüzünden birbirlerini kıranlar oldu. Duyduğuma göre rahmetli arkadaşımızın da kalbi çok kırılmış.

Şimdi bunların hepsi yalan, öyle mi?

Size hakkımızı helâl etmiyoruz Uğur Bey! Ölüm, her nefis gibi size de gelecek. O kara toprağa girince ne İşler birâderlerin ne cemaat ağabeylerinin ne de özel kalem müdürlerinin hükmü var. 

Evet, başta da dediğim gibi bu konuyu kapatmıştım ama 800 târihçinin gözünün içine baka baka “Böyle bir şey olmadı.” diyerek bizi, yâni köşe yazarlarını, yalancı, iftirâcı durumuna düşürdünüz.

Lütfen Uğur Bey, size iftirâ atıp şerefinizle haysiyetinizle oynayan bizleri dâvâ edin.  Biz de mahkemede bütün belgeleri ortaya koyalım. Kim yalancı kim değil, belli olsun.

Değmez mi?

.......

Arşiv, bir hazînedir. Milletin hâfızasıdır. Belge kaynağıdır. Gerçeğin peşinde olan bütün târihçilerin yolu Arşiv’e düşer.

Fakat Arşiv’in başında, ortada kapı gibi belgeleri olan bir gerçeği inkâr eden, hâfızası nisyân ile ma’lûl bir târih profesörü var.

Şu paradoksa bakar mısınız?

.......

Aziz okuyucu!

Aşağıdaki yazıyı 2014 yılında kurumdan emekli olurken yazmıştım. İsim ve kurum adı geçmiyordu. Fakat Genel Müdür Uğur Ünal, “Vay beni nasıl anlatırsın!” diye üstüne atladı. Kurumun iş ve işleyişiyle ilgili basına bilgi verdiğim gibi komik bir suçlamayla emeklilik sicilime kınama cezâsı koydurdu. Oysa ben, bu yazıyı yazmak için bin tâne cezâ almaya râzıydım. Hangi cezâ, bu yazı kadar tesirli olabilir ki? Muhtemelen T. C. târihinde emekli olduktan sonra cezâ alan tek memurum.

“İşe yaramayan memur” durumuna düştüğüm süreci, fetö soruşturmasından ihrac olan bir iftirâcının başlattığını ve genel müdürün bu iftirâcıya i’tibâr ettiğini, özellikle not düşmek istiyorum.

Devletin tecrübeli, emektar, vatansever ve en az kendisi kadar bilgili arşivcilerini maraba yerine koyma konusunda beni haksız çıkarmadığı için Uğur Ünal’a teşekkür ediyorum. Ne de olsa kul hakkı.

HELÂLLEŞMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Bir kamu kurumunun bahçesini gözünüzün önüne getirin. Genel müdür, iki genel müdür yardımcısı ve bir dâire başkanı çardakta oturmuş sohbet ediyorlar. Bu genel müdür kim, biliyor musunuz? Hani daha evvel, aynı başlık ile yazdığım yazıdaki yeni genel müdür. Önceki genel müdürün helâlleşme sahnesini seyreden ve onu, omuzlarındaki yük ile arabasına uğurlayan; sonra da kendisine atılan çapkın bakışlara kanmayacağını zanneden genel müdür.

Yanlarına bir memur yaklaşıyor. Kadın mı erkek mi mühim değil. Memur işte! Bildiğiniz hizmet sektöründen bir maraba. Neden böyle diyorum? Çünkü bu genel müdür, kendisi ile aynı tahsilde olmasına rağmen artık, memurları böyle görüyor. Öyle ya maraba olmasalar onun emrinde olurlar mı hiç? Kendisi gibi âmir olurlar. Yâni seçilmiş. Yâni, bir siyâsetçinin seçtiği.

Bu memuru tanıyorsunuz aslında. Hani önceki yazıda genel müdür helâllik isteyince "Bizim devletin milletin hakkını helâl etmeye hakkımız yok!" diye avaz avaz bağırmak isteyen, ama adamın ezikliği karşısında insâfa gelen memur. İnsâfa gelen dediysem, helâl etmediğini sesli söylemiyor o kadar!

Memur, yanlarına gelince, "Hepinizi bir arada gördüğüm iyi oldu. Ben filanca târihte emekli oluyorum." diyor. Topluca, otomatiğe taktıkları yalanlardan birini söylüyorlar. "Aaaa nereye? Daha yapacak çok iş var."  Hâlbuki bir süre önce "Sen bir işe yaramıyorsun." diye sakata çıkarmışlar.

Neyse… Meselemiz, memurun ne işe yaradığının ispâtı değil. "Yok, ben karârımı verdim." diyor. Kolay bir karar değil aslında. Maaşı yarıya inecek. Ev, kirâ ve çocuklar okuyor. Ama kalırsa kendisine saygısı kalmayacak. Sigarayı âniden bırakanlar misâli, emeklilik karârı alıyor. Bir gün fazla durmadan…

Devâm ediyor bizim memurus. "Hani klasiktir ya helâlleşmeye geldim." diyor. Yine topluca otomatiğe taktıkları bir sözü söylüyorlar. "Ne demek, helâl olsun!"

Hâlbuki memur, "Hakkınızı helâl edin." demedi. Sâdece, "Helâlleşmeye geldim." dedi. Pavlov'un denekleri misâli hareket ettiklerinin farkında değiller, devletlular.

Bizim memur, içinden, "Prova yapsam bu kadar olmazdı." diye düşünüyor ve ekliyor: "İyi o zaman, benimki haram olsun!"

Ortaya, sanki bir sus bombası düşüyor. "Hay Allah, bu sahne böyle değildi." şaşkınlığı yaşıyor bizim büyükler. Birkaçı, başını eğiyor. Birşey demeye mecâlleri yok. Ne diyebilirler ki? Burada top, memurun elinde ve kale boş. Öyle taca, ofsayta, faule imkân ve ihtimâl yok. HAKEM deseniz, memurdan yana. Burada, Rıdvan Dilmen'i de alalım lütfen:  "Yüzde yüz gol olur!"

Genel müdür, aklı sıra şaşkınlığa teslim olmuyor. Zîrâ, henüz toy. Muhâsebe aşamasına gelmemiş. Yaptığı herşeyin doğru olduğuna inanıyor. Ona göre bu memur, densiz, terbiyesiz, hattâ biraz meczup. İsyankâr veya protest değil; meczup. Böyle düşünmek, daha çok işine geliyor. Çünkü onun protesto edilecek ne yanlışı var ki?

Diğerleri, daha temkinli. Birşeyler görmüş yaşamışlar ve “Ben kime ne ettim?” diye düşünmeye başlamışlar yavaş yavaş.

Memur, arkasını dönüp giderken genel müdür, "Sen kim oluyorsun da bana bunu diyorsun?" veya "Emrediyorum, helâl et!" diyememenin ezikliğine çözüm arıyor birkaç sâniye içinde. Bu âni güç kaybı, bu âni eşitlenme, hattâ bu âni küçülme, hoşuna gitmiyor. İçinde, derinlerde bir yerde, bir ses "Haklı. Hak onun ve sen onun hakkına geçtin. Bunun, kânun, tüzük ve yönetmelikte yeri yok. Burada bittin!" diyor.

Yo yo, bunu kabullenmeye hiç niyeti yok. Karizmayı çizdirirse arkası gelir.

Memur, üç beş adım atmışken, "Allah yardımcısı olsun." diye bir cümle sarf ediyor, sanki dünyânın en zeki buluşuymuş gibi. İki kere uyanıklık yapıyor müdür, aklı sıra ya da memur öyle anlıyor. Birincisi, emeklilikte, hayat maddî olarak zor olacağından demiş olma ihtimâli var. Böyle münâsebetsiz bir memura bile duâ eden bir müdür kötü olur mu hiç? Fakat bu ihtimâl kesmiyor memuru. Kesse, "Ben, Allah'ın izniyle, o maaşla çocuklarım kadar daha çocuk okuturum. Ama siz, o paralarla sâdece mülk yığarsınız ve hiç doymazsınız." demek istiyor. Demiyor. Genel müdürün sesinin renginde başka türlü bir duâ hissediyor. "Bu da iyice tırlattı. Allah yardımcısı olsun." duâsı.

Başka bir şey söylememek niyetinde iken arkasına dönüyor ve "Ben hasta değilim. Siz kendinize boy aynasında bir bakın." deyip gidiyor.

Ah o boy aynasına bir bakabilseler herşeyi görecekler. En çok da geldikleri yeri kendisine hatırlatan memurları neden sevmediklerini. Sınıflarına atladıkları insanlar arasında hep mutlular oysa. Ama bu memurlar pek bir basit ve avam, canım! Hiçbir şeye kanaat etmiyorlar. Hep daha fazla istiyorlar.  Devletin verdiklerini beğenmiyorlar. Şükürsüz şeyler! Kendisi gibiler şükretmeyi bildiği için Allah, daha çok veriyor. Ah bunu bir anlasalar!

Fakat bu memur, oyun bozan. Onun emri altında olmamak için azı tercih ederek çekip gidiyor. Bu kadar kolay vazgeçilebilir olmak, rahatsız ediyor müdürü. Daha doğrusu, keseceği karpuzun sayısının azalması. Kendisine imrenerek bakan gözlerin azalması.

Bu, “imrenerek bakan gözlerin azalması” kısmı çok önemli. Zîrâ, girip çıktığı yeni ortamlarda imrenerek seyrettiği makam sâhiplerinin ve yaşam düzeylerinin kendisinde meydana getirdiği aşağılık kompleksini,  altındaki insanlara, bâzen emrederek bâzen merhamet ederek gideriyor. Haşa, yarı tanrılaştığının farkında olmadan. 

Şimdi bu memur ne yapıyor? Bu düzeni reddediyor. Hem de aza kanaat ederek. Hâlbuki bu kişi, kendisi olmalıydı. Burada Rıdvan Dilmen gitsin; Erman Toroğlu'nun Uğur'u gelsin.

"Oynat Uğur, başa sar." 

İlk geldiğinde, "Ben, kimseye kul olmam. Gerekirse çeker giderim." diyordu. "Âdil olacağım." diyordu. Oysa şimdi önüne gelene kul oldu. Çekip gidemiyor. Hattâ gönderirler diye ödü patlıyor. Yok olmadı; bunlar, can sıkıcı hatıralar. "Uğur, geri gel!”

Kınıyormuş gibi davranıyor ama aslında bu zavallı, basit memuru kıskanıyor. Çekip gitme hürriyetini ve cesâretini kıskanıyor. Bunu kamufle etmenin yolunu da buluyor. "O gidebilir. Çünkü önemsiz biri. Ama ben önemliyim. Beni bırakmazlar."  Hâlbuki bıraktığı anda yeri dolacak kadar sıradan birisi. Yâni devlet batmaz.

İster âmir olsun ister olmasın, memur milletinin birbirini küçük görme ihtiyâcı, çok acı bir gerçek. Çok eski bir hastalık.

Konuyu, Bayburtlu Zihni ile bağlayalım. Hazret, bir işi için İstanbul'da bir devlet dâiresine  uğramış. Üzerinde taşralı kıyâfeti ile. Kendisi de aslen taşralı bir memur. O dönemde merkezdeki memurlar, taşrayı pek bir hafife alıyorlarmış. Zihni'nin kim olduğunu bilmedikleri için makaraya sarmaya kalkışmışlar. Birisi, kaç yaşında gösterdiğini sormuş, şâire. Bizimki, şöyle on yaş aşağı söylemiş. Bu cevaptan hem hoşlanan hem de karşısında hazır aptal buldukları için sevinen memurlar, sırayla kendi yaşlarını da sormuşlar. Zihni, hepsini hoş edecek cevaplar vermiş. Sonunda birisi, "Sen çok akıllı, zeki bir adama benziyorsun. Yaşlarımızı nasıl bildin?" diye alay ederek sormuş. Zihni, sohbetin kıvama gelmesinin tadına vararak cevâbı yapıştırmış.

"Benim babam baytardı. Ondan öğrendim."

Bu hikâyeyi neden anlattım. Azıcık devlet kapısı, makam mevki gören yurdum insanı, aynen bu memurların kıvamına geçerek  kendi insanını küçük görmeye başlıyor. Gâliba, nereden geldiğini unutma ihtiyâcı. Maalesef, sınıf atladım zannederken çarıklı erkân-ı harp (*) seviyesine iniyorlar.

(*)Köyden kente göçüş sürecinin bir sonucu olarak, içi köylü dışı şehirli insanı anlatır. Ne köylüdür ne şehirli. Amerika'ya gidip  burnuna kadar herşeyini değiştirerek piyanist olan ama, oturunca piyanoyu kendisine doğru çeken Temel gibidir. Kültürel olarak sınıf atlama mefhumunu bilmez.