Halifeliğin kaldırılması şartların getirdiği bir karardı. Halifelik dinin emirlerinden değildir. Halifelik konusunda, açık ve net hükümler içeren ayetler veya hadisler yoktur. Hz. Peygamber vefat ettikten sonra Medineli Müslümanlar, reis seçmek amacıyla toplanırlar. Bunu haber alan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer de toplantıya katılır. Toplantıda bir reis olsun, iki reis olsun alternatifinden, reis kimden olsun, yardımcısı kim olsun alternatifine kadar, çok şey tartışılır. Neticede ihtiyaca binaen, halife seçilir. Dinin bu konuda emri olsaydı bu konu tartışılamazdı. İlk dört halife ilk Müslümanlardandır.
Peygamberin en yakınlarıdır. Bu dönemde, halife Müslümanların başıdır. Yönetimle ilgili kararlar verir ama dini konularda tek otorite değildir. Mesela hangi düşmana savaş açılacak veya barış yapılacak, hangi şehre kim vali olacak, halife karar verirdi. Ama dinle ilgili konularda halife fikrini ifade ederdi, hüküm verirdi ama fikri de, hükmü de bağlayıcı değildi. Müslümanlar dinî konuları halifeye de danışabilirdi, yetkin başka sahabelere de. Akıllarına yatanı yaparlardı. Nitekim, resmî görevleri ve sıfatları olmamasına rağmen Hz. Ali, Abdullah bin Mesut, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbas gibi sahabeler soruların sorulduğu, verdikleri hükümlere göre hareket edilen sivil otoriteler olarak öne çıkmıştır.
Halifelik, Emevîler zamanında sultanlık hâline dönüştü. Abbasiler kurulu düzeni aynen devam ettirdiler. Hiç halife olmayan dönemler de oldu aynı anda üç halife olan dönemlerde. Dini iyi bilen halifeler de oldu, hiç bilmeyenlerde. Moğollar, Abbasileri yıkıp Bağdat’ı yağmalayınca halifelik bitti diye düşünüldü. Memluk Sultanı, Moğollardan Kahire’ye kaçan Abbasi ailesinden biriyle tanışınca, diğer sultanlara karşı avantaj sağlamak maksadıyla, onu halife ilan etmeye karar verdi. Bu karar, tamamen dünyevi ve prestij amaçlıydı. Müstakbel halife, Mısır yerine başka bir yere kaçmış olsaydı, Fatımiler veyahut Endülüs Emevîleri gibi Abbasi halifeliği de bitmiş olacaktı.
Yavuz’un, Mısır’ın fethinden sonra, törenle halifeliği devraldığı iddiası, Yavuz’dan yaklaşık 270 yıl sonra, M. Le Baron tarafından ortaya atılmıştır. Ne kadar gerçek olduğu şüphelidir. Bu törenden ilk bahseden Osmanlı, 18. yüzyılda yaşamış olan Enderunlu Ata’dır. Yavuz, Ayasofya’da yapılan merasimle, hilafeti El Mütevekkil’den devralmış olsaydı, bunu dönemin Osmanlı kaynakları yazardı. Fatihten sonra padişahların programları günü gününe kaydedilirdi. Böyle bir törenden bahsedilmemesi düşünülemez.
Yavuz’dan önce de, padişahların kullandıkları unvanlar arasında, halife unvanı vardı. (Halife unvanını I. Murat, II. Murat, Fatih ve II. Bayezid kullanmıştır. Ayrıca birçok Türk hükümdarı da “En güçlü İslam devleti benim başında olduğumdur” iddiasının destekleyicisi olarak halife unvanını kullandı.) Osmanlı güçlüydü, padişah gücünü devletinin ve ordusunun kuvvetli olmasından alıyordu, halife unvanından değil. Zaten halifelik uzun yüzyıllar sembolikti. Güçlü Osmanlı padişahının aynı zamanda halife olması, hilafet makamının saygınlığını artırırdı.
Halife unvanı, Osmanlı’nın zayıflamaya başlamasıyla önem kazandı. Osmanlı ilk ciddi toprak kaybını, Karlofça Anlaşmasıyla yaşadı. Fakat kaybedilen topraklarda kayda değer miktarda Müslüman nüfus yoktu. 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması’yla Osmanlı, Kırım’ın bağımsızlığını tanıdı. Böylece ahalisi Müslüman olan Kırım kaybedildi. Osmanlı, eski vatandaşları ve toprakları üzerinde hak iddia edebilmek, onlara yapılacak yanlışlara müdahale edebilmek ve etkisini bir nebze olsun sürdürebilmek için halifelik makamını öne çıkardı. Kaynarca Anlaşması’nda, Kırım bağımsız oluyor, fakat halk dinî olarak “bütün Müslümanların başı olan” halifeye bağlı kalıyordu.
Osmanlı, Kaynarca Anlaşması’ndan sonra yaptığı, toprak kaybı olan bütün anlaşmalara bu maddeyi koydurarak, eski vatandaşlarıyla ilişkisini sürdürmeye gayret etti. 1800’lü yıllarda, özellikle İngilizlerin ve Fransızların Asya ve Afrika’da işgal ederek sömürgeleştirdikleri topraklarda da, Müslüman ahali vardı. Osmanlı, sömürgeci ülkeler üzerinde, sömürdükleri Müslümanlar vasıtasıyla etkili olmak amacıyla da halife unvanını kullandı.
Devletin zayıflamasıyla, halifelik milletimizin üzerinde yük hâline geldi. Örneğin devletimiz açısından, stratejik önemi olmayan Yemen’i korumak için iki milyon civarında kavruk gencimizi şehit verdik. Bunların yarıdan çoğu ya yollarda ya da Yemen’de, hava koşullarından dolayı vefat etti. Yemen’in iklimi, Anadolu ve Rumeli’den farklıydı, orda doğup büyümeyenlerin alışması zordu.
Yemen’in vergi geliri yoktu, tam tersine gideri vardı. Ahalisi Türk değil, Arap’tı. Halk, Müslüman olmasa, fetih, tebliğ, cihat denilebilir ama bunların hiçbiri değil. Yemen’i Türkler değil, orda yaşayan Araplar savunmalıydı. Ama halifelik iddianız olunca, böyle olmuyor. Müslümanların kutsal beldeleri olan Mekke ve Medine’nin savunmasına, Türklerin katkı vermesi anlaşılabilir. Ama onlar dışındakiler izah edilemez. Milletler kendi vatanlarında hür yaşamalı, gerektiğinde topraklarını savunmalıdır.
Cumhuriyet ilan edildiğinde, halkın ekseriyeti kadın ve çocuktu. Erkeklerin neredeyse yarısı sakattı. Anadolu dünyadan kopmuş, işgaller yaşamış, yakılmış, yıkılmış ve viran olmuş haldeydi. Milletimizin derlenip toparlanmaya ihtiyacı vardı. Müslümanları himaye edecek gücü yoktu. Kaldı ki, devletimizin yeterli gücü olsa da, çocuklarımızın başkaları için ölmesi kabul edilemez. Neticede halifelik devam etseydi, yeni cumhuriyeti sürekli başka ülkelerle karşı karşıya getirecekti.
Bundan kaçınmanın imkânı yoktu. Bunu örnekle izah edelim. Diyelim ki İngiltere, Hindistan’daki Müslümanları olumsuz etkileyecek kararlar aldı, oradaki Müslümanlar doğal olarak bunu halifeye bildirecekler ve halife müdahale edecek. Dolayısıyla Türkiye ile İngiltere’nin arası bozulacak. Halifelik kaldırılarak milletimiz yükten kurtuldu. İslam inancında Müslümanlar kardeştir. Elbette Müslümanların derdi ile dertlenmeli ve mağdur Müslümanlara destek olmalıyız.
Ama desteğimiz onların yerine savaşmak yahut ölmek boyutunda olmamalı. Bazı yazarlar, Demokrat Parti hükûmetini, Cezayir’in bağımsızlığı aleyhinde oy verdiğinden ötürü eleştirirler. Oysa ki DP hükûmeti, o oyu verirken el altından, Cezayir’e mavnalarla, yük gemileriyle silah sevk ediyordu. Bunu, Cezayir operasyonunun, o zaman bürokrat olan Fatin Rüştü Zorlu ile beraber sorumlusu olan Alpaslan Türkeş, defalarca ifade etmiştir. Türkiye bağımsızlık savaşı veren kardeşlerine, her fırsatta sahip çıktı ama zarar görmemek için sembolik anlamı olan oylamada farklı tavır aldı. Ama savaşı Cezayirliler verdi, Türkiye destek oldu. Olması gereken de buydu.