Devlete dönüşen siyasi hareketler, bir süre sonra kazanımlarına meydan okuyan dini hareketlerle karşılaşmışlardır.
Bunun kendi tarihimizde de örneği var: Kurucuların hedefleri ile bir iki nesil sonra gelenlerin çizgileri birbirinden farklıdır.
Milli kurtuluş hareketleri çoğunlukla sadece dışarıdan gelen zalimlerden kurtulmayı amaçlamaz, bu işin kolay tarafıdır, dış baskıların içeride yarattığı etkilerden kurtulmayı da amaçlar. İşin zor tarafı da budur. Çünkü kurtarıcılar, kurtarmak istedikleri halkın bir kısmı ile karşı karşıya gelir, düşüncelerini toplumsallaştıramama tehlikesiyle karşılaşabilirler. Yapılması gereken ilk iş toplumsal bilinci yükseltmektir. (s.21)
Bu ikili kurtuluşla ilgili Tunuslu Yahudi Albert Memmi'nin sözleri mühimdir: “Yahudilerin çifte baskıdan kurtarılması gerek: uğradıkları saldırılardan kaynaklanan dış baskıdan ve kendilerine uyguladıkları iç baskıdan."(s.19)
İç baskıyı sağlayan, yabancı egemenliğinin arabulucuları olan içerideki geleneksel elitlerdir. Bunlar ezilen ulus ve onun yöneticileri arasında yabancı hakimiyeti adına arabuluculuk yapan tiplerdir. Bu -Yahudi bezirgân- figürü yabancı hakimiyetinde olan her ulusta vardır, kurtuluş mücadelesinin amaçlarından biri de bu rolü ve onu üstlenenleri bertaraf etmektir. (s.20)
Michael Walzer," Kurtuluş Paradoksu, Seküler Devrimler ve Dini Karşı Devrimler" isimli kitabına bu cümlelerle başlıyor.
İsrail, Hindistan ve Cezayir örneklerini inceleyen yazar, çalışmasında bu ülkelerdeki kurtuluş mücadelelerinin seküler karakterli olmasına rağmen niçin bir süre sonra din ve gelenek temelli karşı devrimlerle karşılaştığını sorgular.
Walzer, Kurtuluş mücadelelerinin safhalarını şu şekilde açıklar: “Yabancı egemenliğinin herhangi bir türünün altına girip buna alışan topluluklar, birdenbire onları kurtarmak için ortaya çıkanlara şüphe ile bakarlar...ancak öncü militanlar zaferin mümkün olduğunu bir kere gösterdiler mi, birçok insan kurtuluş mücadelesini benimseyip katılmaya başlar."(s.21-34)
Kurucu veya kurtuluşçuların karşılaştığı en büyük güçlük, kitleleri ikna etmeye çalışırken karşılaştıkları dirençlerdir. Onun için önce toplumsal bilinci yükseltmeye çalışırlar. Bu da kurtarılacak ulusa hâkim olan zihniyetle mücadeleyi gerektirir. Yazar İsrail, Cezayir ve Hindistan örneğinden hareketle," bunun için sıklıkla dinle karşı karşıya gelmek olduğunu söyler. Cevahirlal Nehru'dan alıntı yaparak, çünkü der: din, hâkim toplumsal düzene ve aslında her şeye karşı bir teslimiyet felsefesi öğretir. Öteki dünyaya inanmak, burada işler ne kadar kötü giderse gitsin, daima elverişli bir konfor sunar."(s.23) İngiliz hakimiyetine karşı Hinduizm'in oynadığı rol budur:" Hinduizm...bizi bin yıllık yenilgiye ve durgunluğa maruz bıraktı. İnsanın insanla sözleşme yapabileceğine, bir devlet kurabileceğine dair hiçbir fikir vermedi. Nüfusun dörtte birini köleleştirdi... Geri çekilme/durma felsefesi, insanları entelektüel açıdan zayıflattı ve meydan okumalara karşı donanımsız bıraktı."(s.24)
Benzer düşünceler ilk Siyonistlerde de vardır: “Yahudi dininin, modern hayatın gerekliliği ile çeliştiği için er ya da geç tedavülden kalkacağına inandıkları için (s.40) dini değil, seküler bir kurtuluş projesi oluşturmuşlardı.
Her şeye teslimiyeti öğütleyen din yorumları olduğu doğrudur ancak bunu genelleştirmek, dinleri toplumu uyuşturan Marksist bakış açısıyla görmektir. Doğru olan, dinler neyi emrederlerse emretsinler, inananlarının onları kendi rahat ve konforlarına göre yorumlamalarıdır. Mücadele etmekten kaçınanlar, dinlerini de ona göre yorumlayacaklardır. Nitekim yorumlamışlardır da...
Nehru, yabancı egemenliğine uyum sağlamayı dini tevekkül ile ilişkilendirmesine rağmen yazar, "ancak der, ulusal kurtuluş hareketleri, dinin sağladığı bu konforları boş vaatler olarak nitelendirirlerse büyük hataya düşerler. Din, gidişatı tersine çevirme ve zafere dair fanteziler ve sonrasında, ara ara yeni uyanıcı, binyılcı hareketler üretir."(s.22) Ancak bu üretim sonuçsuz ve faydasızdır. “Bin yılcılık yabancı egemenliğine karşıymış gibi gözükür ve bir ölçüde öyledir ve fakat aynı zamanda bir siyasi uzlaşma biçimidir. Çünkü istikrarlı ve kalıcı bir muhalif siyaset üretmediği gibi o beklenen binyıl asla gelmez,"(s.24) insanları beklemeye teşvik eder. Ahir zamana veya beklenen kurtarıcıya havale edilen bütün kurtuluş siparişleri aslında o gelecek olana (aslında gelmeyecek olan) kadar hareketsiz kalmayı önerir.
Walzer'e göre Siyonist liderler de -daha önce ifade edildiği gibi-aslında manevi kurtuluşu hedefleyen bir devlet istememişlerdi. Çoğu laik, Batılı eğitim almıştı. T. Herzl Avusturya eğitimi alan tipik bir milliyetçiydi. İsrail’in ilk devlet başkanı Chaim Weizman Alman üniversitelerinde eğitim almış, Manchester Üniversitesinde bir araştırmacıydı, Cezayir kurtuluş hareketinin kalemi Frantz Fanon, Fransa'da tıp ve psikiyatri eğitimi almıştı, diğer kurtuluşçular Cezayir'deki Fransız okullarında okumuştu, Bin Bella Fransa'nın en büyük nişanını bizzat De Gaulle'ün elinden almıştı, Nehru İngiliz okullarında eğitim görmüştü, yazara göre kurtarıcıların zalimin ülkesinde ve onun kültürü ile yetişmiş olması ulusal kurtuluş tarihinin ortak bir temasıydı.(s.33) Bu aynı zamanda geleneksel eğitimden çok, modern eğitimin -özgürlükçü- liderler çıkardığı anlamına geliyor. Nitekim bugün Müslüman Yönetimler Altında Yaşayan Kadınların merkez ofisi, Cezayir veya nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede değil, Londra’dadır. Müzakere yanlısı Hintli ulusal kurtuluş yanlılarının çoğu ve sebepleri farklı da olsa ilk kurtuluş prensiplerini savunan Cezayir kurtuluşçularının bir kısmı ABD’de yaşıyor." (s.132-133)
Yazar, bir karşı devrimle karşılaşmamak için, din ve geleneğin gücünü görmezden gelmek yerine, başlarda gelenekle kurulacak geniş çaplı ve güçlü bir ilişkinin bunu engelleyebileceğini, zamanında bu yapılabilse, muhtemelen Siyonizm'in de daha incelikli, daha demokratik bir kültüre sahip olacağını ve bugünkü radikalizmin olmayacağını belirtir. (S.134) Oysa bazı kurtuluş hareketlerinde geçmiş tümüyle reddedilmiş, bu da:" yeni bir kültür inşası için çok az malzeme bırakmıştır. Kurtarıcılar, bir dizi tatil, bir dizi kahraman, bir dizi anma ritüeli, bir dizi şarkı ve bir dizi danslar icat ederek bu açığı kapatmaya çalışırlar. Bir süreliğine insanlar bu ritüelleri benimser, bir nesil sonra yapay olduğu için bu anmalar, kahramanlar çekiciliğini yitirir. Gençler ya popüler kültürün heyecanlarına ya da dini uyanışın hararetine kapılırlar. Fanon’un ifadesiyle: “köklerini söküp atan kadınların kızları, köklerini yeniden toprağa gömüp, dini inançlara geri dönüyorlar" dediği (43-44) dönüşüm başlar.
Çalışmada, seküler başlayan kurtuluşçu üç hareketin (İsrail, Cezayir ve Hindistan) başarıya ulaştıktan sonra nasıl giderek muhafazakarlaştıkları, yazarın ifadesiyle, nasıl -karşı devrimle- karşı karşıya kaldıkları akıcı bir dille anlatılıyor. Kurtuluş hareketlerinin, (özellikle Siyonizm'in) sahneye çıkışıyla başarıya ulaştıktan sonra, geçirdikleri dönüşümü merak edenler için okunması gereken bir kitap. Yazar, "her ne kadar eski İsrailliler gibi, modern militanlar da vaat edilmiş topraklara ulaştıklarını düşünüyorlarsa da Mısır'ı da bagajlarında taşıdıklarını henüz keşfetmediler"(s.46) diyerek önemli bir hatırlatmada bulunuyor.