Ardımıza dönüp, şöyle bir buçuk asır evveline baksak; şahsım, naçizane ve kısaca şu cümleleri karalardı: 1876’da tahta çıkmış II. Abdülhamit dönemiyle hızlanan ve 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne kadar devam eden imparatorluğun çöküş süreci; adeta Türk yurdunun ve ulusunun künyesine asılan idam yaftasıdır. Tunus’tan başlayarak Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ’a kadar süren bozgunlar yetmemiş, Ruslar Ayastefanos’a dayandığında doruk noktaya ulaşmış ve Abdülhamit sânî payitahtında tehlike içinde kalmıştır. Devamında 1912 Balkan Savaşları, süreç ve sonuçlarıyla ulusal hafızamızda yer etmiş bir diğer vuruktur. 93 Harbinde (1877-1878) Kafkaslarda yaşadıklarımızın üzerine (ki Erzurum dâhil, Ardahan ve Kars, Batum Moskof eline geçmiştir) bir de 1912 Balkan Bozgunu ile milyonlarca Türk-Müslüman; Sırp, Bulgar ve Yunan katillerin insafında katliamları, yok ediliş ve sürgünleri yaşamıştır. Güzelim Türk yurtları; Drama, Üsküp, Manastır ve Selanik, tek kurşun atılmadan terk edilmiştir. Nihayetinde 1914-1918 Dünya Savaşı ile Devleti Ali çökmüştür. Sonuçta; sağ kalan ve topraklarını can korkusu ile zorla bırakıp kaçan ahaliyi ve bir avuç Anadolu Türklüğünü destansı bir mücadele (Kurtuluş Savaşı) ile kurtaran, başta Gazi Mustafa Kemal ve Ülküdaşlarına sonsuz ihtiram, özlem ve saygıyı bu yazının sahibi ebedi bir ödev bilmektedir.
Yukarı paragrafta değindiğim ve çok kısa kestiğim öz ile anlatmak istediğim meram ise cümlelerin ardında saklıdır ve ifadeye çalışılan konu da şudur: Türkler tarih boyunca (içerden ve dışarıdan) mezarı kazılmak istenen bir ulus olmuştur. Bu millet ya mezarını kazmak isteyenlerin mezarını kazmış yahut tam tersi, başarısızlıklarda Türk Ulusu ağır faturalar ödemiş, derin acılar yaşamıştır. 1877-1878 işte bu acının sembolüdür. Keza 1912, 1918 yine mezarı kazınmak istenen Türklüğe sonuçta Sevr “Sevres” (1920) gibi aşağılık antların dikte edildiği, Türklüğün timsal ve ibret alacağı tarihlerdir. Elbet bize pusu kuranları kahrettiğimiz de tarihi bir vakıadır; 1071, 1453, 1461 Mora fethi, 30 Ağustos 1922 vd.
Son 100 yılı düşünsek “1919’da başlattığı şanlı kavga ile Anadolu’yu ve bu yarımadaya sığınmış Türklüğü kurtaran Mustafa Kemal; çağı tanıyan, olayları gerçekçi zaviyeden bakarak çözümleyen ve milletine âşık bir Türk Başbuğudur” desem, hiçbir vatansever böyle bir kanaate itiraz getirebilir mi? Devamında yine, bilakis, bu ülkede “Mustafa Kemal düşmanlığı” ile yıllardır yatıp kalkan, onun fikirlerine ve kurduğu Cumhuriyete söven, “mücadelesine kahreden güruhların olduğu yadsınabilir mi?” sualine de cevabımız “kesinlikle hayır!” olacaktır.
Gazi ve arkadaşları yoksun ve yoksul bırakılmış, kurtarılmış bir vatan coğrafyasında güçlerinin yettiği politikaları tatbik etmiştir; fakat her şeyden önemlisi “Türklük bilinci”ni, bu bilinci (milliyetçiliği) inşa etme mücadelesini ve tarihi akledişini yine bu millete (Türk gençliğine) miras bırakmıştır. Şüphe yok ki Cumhuriyetin ihya ettiği kurumlar işte bu bilincin temel bulması adına kurulmuştur. Maalesef şimdilerde Canan Kaftancıoğlu ve Sezgin Tanrıkulu’nun temsil ettiği CHP, Gazi’yi reddi miras noktasındadır. Fakat gel gör ki Mustafa Kemal’in fikir ve mirasına sahip çıkmayan CHP bir tarafta iken Türk milliyetçisi MHP de sair taraftadır. Bu taraf Ak Parti birlikteliğidir. Ak Parti’nin “Kurucu felsefe”ye ve o felsefenin lider isimlerine karşı bakışını anlatmanın gereği dahi yoktur.
Lozan’dan Mondros’a kadar sövenler, şimdi bu antlaşmaların hayatiyetini ve stratejik değerini umarım anlıyorlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin idaresine, başka ifadede rejime cemaat, tarikat gibi yapıların sirayet etmesi sonucu vahametin nereye varacağını “15 Temmuz” kalkışması açıkça göstermiştir. Cemaat sütresinde ajanlık yapan FETÖCÜ alçakların bir dönem “övülme yarışına” medar olmuş soysuzlar olduğu umarız, kurumsal hafızalardan silinmez, sildirilmez…
Arap coğrafyasında yaşananlara karşı Türk Devleti’ni yöneten iktidarın takındığı tutum, maalesef faydadan çok zarar getirmiş ve aleyhimize ciddi gelişmeler yaşanmıştır. Türkiye’nin Arap-İslam âlemine mezhepçi bir politika ile yaklaşmasının vahim sonucu, Suriye ve sığınmacı krizi ile karşımızdadır. Bu sonuçta Ahmet Davutoğlu’nun cürmü büyüktür. Sayın Ümit Özdağ’ın çıkışları, özellikle sığınmacı meselesinin görülmeyen/gösterilmeyen sosyal, ekonomik ve kültürel-demografik yönünü açık etmektedir. Özdağ’ın ifadesinden anladığımız şudur: Türkiye gibi bir çok iç ve dış sorunla uğraşan ülkeye 10 yılda, neredeyse nüfusunun 1/10’u oranında dili, kültürü, yaşayışı farklı insanları boca ederseniz, onmaz hasarlar ortaya çıkarırsınız. Hele ki son dört beş yıldır ekonomisi kötüye giden ülkede sığınmacı maliyetinin ülke vatandaşına sırtlandığı bir vakıa ise hal ve gidişat sosyoekonomik çöküşe hızla yol vermektedir.
Türkiye bir ölüm kalım savaşı yaşamaktadır. Bu savaş; tarihi, coğrafi, askeri ve ekonomiktir. Hiç azımsanmaması gereken bir unsur da demografik beka sorunudur. Ümit Özdağ ve Zafer Parti’si saya geldiğimiz meseleler dâhilinde güçlü ve isabetli söylemleri dillendirmekte ve bu çaba Türk toplumunda bir derece dikkat celbetmektedir. Elan %4-5 skalasına dayanan Zafer Partisi oyları rahatlıkla %7’yi aşacak duruma da gelecektir ki buna şüphe duyulmaz.
Ümit Özdağ ile Yeni Politika
Ümit Özdağ’ın konuşmalarında açıkça belirttiği ve kimsenin “bunlar mesnetsiz iddialar canım” diyemediği bu sıcak sorunlar, güncel ve istikbale matuf ciddi sıkıntılardır ve Özdağ’ın sert muhalefeti, sorumluluğu olanları siyaseten hizaya çekme adına haktır. İktidar partisi başta olmak üzre (muhalefet dâhil) diğer siyaset yapıcıların(!) adeta devekuşu gibi başını toprağa gömdüğü ve çare sunamadığı meselelerin hayatiyetini bize anlatan Sn. Özdağ, Türk politik gündemini değiştirmiştir. Unutmadan not edelim ki Mansur Yavaş’ın adaylığına yönelik açıklamaları da bir diğer politik gündem oluşturma becerisidir. “Lider” özelliği haiz Ümit Özdağ’ın gündem belirleme yeteneği, Akp’si, Chp’si bilumum politik figürlere esasta bir telaş vermektedir. Görünen o ki bu partiler mavnaya ters dümen kırarak, kendilerine (mecburi) söylem değişikliği ile rota aramaktalar; çünkü Türk toplumu huzursuzdur: Geçim sıkıntısı, işsizlik, hayat pahalılığı, gelecek kaygısı, devlet idaresinde yaşanan zaaflar, toplumu fazlasıyla yormakta, germektedir. Soralım? Bu bay ve beyler; ülkeyi hali hazırda yöneten veya yönetmeye talip kişilerse neden şimdiye kadar rotasız kaldılar, sustular da Ümit Özdağ gündem oluşturunca birden “meselelere dank” ettiler? Cevap şudur: Siyasal olgunluk veya ülkeyi yönetme potansiyelleri bulunmamakta; ancak siyasal popülizm ile Ak Parti’nin beylik taktiğini tekrar etmektedirler. Mevcut muhalefetin ufuksuzluğu, meseleleri genel “panoramik” okuma sığlıkları ve toplumsal füturla bağlarının yapay olması son derece talihsizliktir. Bir de cabası “Ne işimiz var Suriye’de?.. Ne işimiz var Libya’da” diyen burada dururken bir inatla ülke ekonomisini krize sokanların Türkiye gibi ağır bir emaneti taşıma güçleri de tükenmiştir. Kestirmeden söylemeli: Bu kafalar, Türk Devleti’ni yönetecek vasıfta değildir. Türk ulusu “dur” demeli ve memleketi bunlara nasıl teslim edeceğini çok iyi sorgulamalıdır… Kısaca bu figürlere ülkeyi emanet etmeye akıl ve vicdan elverir mi?..
Burada çok tartışma götüren bir meseleye tekrar değinirsek, ısrarla vurgulamalıyım ki sığınmacı/kaçak göçmen meselesi Ümit Hoca’nın nezdinde ne popülist lakırdı, ne eyyamcı politik bir hesap, ne de şuursuzların ağızlarına sakız etikleri ırkçılık yahut yabancı düşmanlığıdır. Türk Milletinden ırkçı çıkmaz; Ümit Hoca bunu gayet iyi bilir; fakat “Ensar”, “muhacir” denilerek açılan sınırların ve kontrolsüz göçün maliyeti artık iyiden iyiye anlaşılmaktadır. Evet, mesele Türk toplumunda uzunca seneler hazmedilmeye çalışılmıştır; fakat Türkiye gibi sosyal, ekonomik, jeopolitik denklem odaklı onca sorunla uğraşan ve elan bu sorunları daha da artan bir ülkeye “milyon milyon…” kontrolsüz insan akını belimizi kırmaktadır. Buna sebebiyet vermek başlı başına bir şuur tutulmasıdır ve bu durumun siyasi hesabının sandıkta cevabı aranacaktır.
Bir ülke şüphesiz, sağlam analizlerle ileriye dönük (iyi/kötü) muhtelif senaryolarla strateji geliştiren ve bu stratejileri uygulayan kadrolarca yönetiliyorsa kazanç sağlar. Bir iktidar düşünün ki 20 senenin sonunda Zeplin gibi yere çakılıyor. “İktidar önemli değil…” desek de olan millete olmaktadır. Maalesef Türkiye yıllardır sosyoekonomik yapısal değişimin adımlarını atamamış olmakla mustariptir ve yılları heba edilmiştir. Devleti plansız yönetmenin en çarpıcı örneği: Kontrolsüz göçtür. Kültürü, dili, asabiyesi asla çözülmemiş Araplar, dünyanın hiçbir ülkesinde yaşadıkları toplumlarla (örneğin Fransa) bütünleşme “entegre” sağlamamıştır. Dolayısıyla milyonlarca Suriyeli ve diğer ülkelerden gelenler, güncel-acil sorun haline dönüşmüştür. Elbette savaşın yol açtığı insani dramlar, vuruklar, can korkusu göz ardı edilemez; fakat sosyolojinin doğrularına da kafa tutulamamaktadır. İşte, mesele buradadır… Konuyu biraz daha açtığımızda rahatlıkla ifade olunmalı ki Türkiye’nin abanmış göç meselesinde hazmetme kapasitesinin çoktan aşılmıştır. Kendi vatandaşlarına dönük barınma, eğitim, sağlık ve çalışma koşullarının bir seviyede standardize edilemediği, deprem felaketinin kapıda beklediği ve milyarlarca liralık maliyeti olan bu işlere kaynak bulamayan Türkiye’de sığınmacı olgusunun handikaba dönüşeceği ve aşılaması çetrefil sorun haline geleceği maalesef devleti yönetenlerce anlaşılmamıştır.
Sığınmacı kakofonisinde Nagehan Alçı gibi tatlı su hümanistlerini ciddiye almıyor ve onları konforuyla bir tarafa bırakıyoruz. Hoş… Nagehan Alçı sanırım o harikulade evini hiçbir sığınmacıya açmamıştır ve açmayacaktır. Burada dikkatimi çeken bir ismin söylediklerine yönelmek istiyorum: Prof. Dr. Murat Erdoğan. Erdoğan; ırk, din, kültür gibi sosyolojik bileşenlerin toplumsal uyumda belirleyici olmadığını iddia eden bir akademisyen; ama yine aynı Erdoğan, sayısal meselenin uyumlaşmada en büyük zorluk olduğunu itiraf mecburiyetinde kalmaktadır. Murat Erdoğan’ın birinci savı tartışmalı olsa da ikinci yorumunda haklıdır. Verilerini ihtilaflı bulduğumuz “Göç İdaresi”nin rakamlarını temel alsak da ortalama 10 yılda sayısı 3,7 milyonu(?!) aşmış kayıtlı sığınmacıyı entegre etme şansı artık mümkün müdür? Almanya gibi uyumlaşma politikalarının uygulanamadığı Türkiye’de yoğun göçten kaynaklı, plansız ve gettolaşmanın, kültürel yalıtmanın daha da derinleştiği bir gerçektir. İşin esası, bu durum hem sığınmacılar için hem de Türk vatandaşları için vahim riskler barındırıyor. Dolayısıyla Ümit Özdağ’ın bahsettiği coğrafi, demografik ve uluslararası denklemlerin Türkiye aleyhine işletilmeye çalışıldığı da hesaba katıldığında mesele daha açık/yakın tehlikeye evirilmektedir. Suriye ile hâkimiyeti karışık 900 km’lik sınır hattı ve İran’ın Afgan koridoru açarak ortaya koyduğu sinsi tutum, PKK/PYD meselesi bir bütün halinde değerlendirildiğinde Sn. Ümit Özdağ, abartıya kaçmamaktadır. Haddizatında ekonomik yönden baştan ayağa derin bir krize giren ülkenin kontrolsüz göç ve sığınmacı yükünü daha fazla kaldıramayacağı ve bu durumun kitlesel çoklu sıkıntılara “maazallah” sebebiyet vereceği korkutucu bir olasılıktır. Bu ülkede hiçbir insanın burnu dahi kanamamalıdır. Etnik ve coğrafi aidiyeti fark etmeksizin en mühim önceliğimiz de budur.
Meselenin farkında olan kimi isimler, örneğin Fatih Altaylı her üç yazsından birinde sığınmacı sorununa değinmektedir. Türkiye’ye yıllık (ortalama) 7-8 milyar dolara mâl olan (toplamda 90 milyar $’ı aşmış) sığınmacı yükü, bu gidişle ve zamanla daha da artacak ve Türk ekonomisinde ağır bir çıban olacaktır. Sığınmacı yoğunluğu temel insani haklar meselesi de doğurmaktadır. Piyasa şartlarında sömürülen yığınlar karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Suriyeli sığınmacıların ve kaçak göçmenlerin ülkelerine gönderilmeleri hem onlar için hem Türkler için en sağlıklı yol olarak görüldüğü ifade edilebilir. Elbette bunun nasıl koordine edileceğinin cevabı Sn. Ümit Özdağ’dadır. Ümit Özdağ, tespitlerini ve partisinin iktidara geldiğinde bu konuya matuf atacağı adımları açıkça (fırsat bulduğu kadar) ifade ederek kamuoyunu aydınlatabilir. Sn. Özdağ’ın bir yıl içinde sığınmacıları gönderme taahhüttü; ancak iktidar olduğunda test edilebilecektir.
Ümit Özdağ’ın tek gündemi “öyle manipüle edildiği gibi” sadece Suriyeli sığınmacılar sorunu değildir. Yine ifade edelim; kontrolsüz göçün sebebiyet verdiği ekonomik, sosyal ve güvenlik öncelikli sorunlar, Türkiye adına istikbal meselesidir. Bu hayati meseleyi Sn. Özdağ’ın gündeme getirmesi ırkçılık değil, bizce, aksine sorumlu bir tutumdur… Ki biz, Sn. Özdağ’ın riyakâr olmadığını ve hiçbir Türk vatandaşını tahrik etmediğini düşünüyoruz. Tahrik edici dil için etrafa bakmak yeterlidir. O halde Türkiye’nin en çok takip edilen gazetecisi Fatih Altaylı’ya ne diyeceksiniz? Altaylı’nın serzenişleri afaki, uçuk kaçık sayıklamalar mıdır?
Sığınmacı sorunundan başka Zafer Partisi’nin ekonomik, sosyal, kültürel ve güvenlik öncelikli projeleri, parti bildirgesinde açıkça vurguluyor. Bildirgede geçenler şöyle özetlenebilir:
A) Parlamenter Demokrasi ve Milli Bakiye Sistemi’ne geçiş.
B) Yeniden Sosyal Adalet ve Ulus-Devlet temelli üniter yapının tahkimi.
C) Anadolu Kalesi projesi.
D) 4. Sanayi Devrimi. Tarım Eylem Planı ve Kobi Eylem Planı.
E) FETÖ ile mücadelede “Kılıçarslan Kalkanı”. PKK ile mücadelede “Demir Güvercin Eylem Planı”.
F) Çevre Politikası.
G) Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DTP) yeniden ihdası.
Yukarıda sayılanlar bildiride değinilen belli başlı maddelerdir. Düşünce özgürlüğü, demokratik tartışma ve ifade iklimi ile şeffaf ve hesap verebilir yönetim anlayışı yine bildirgede kayda geçirilmiştir. Köy okullarının tekrar hayat bulmasından tutun, kamu atamalarında hakkaniyet ve liyakat esasına kadar sair; ama önemli konulara da değinilmekte ve özellikle bilim, eğitim ve gençlik, Türk gençliğinin önemi hassasiyetle vurgulanmaktadır.
Dış politik kararlar ve uygulamalarında iktidarın Suriye, Mısır, Suud ve Birleşik Arap Emirlikleri politikalarını eleştirdiği yine Zafer Partisi bildirgesinde görülmektedir. İronik ki bu yazı kaleme alındığı hafta Cumhurbaşkanı, Suudi Arabistan’a bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Elbette Türkiye’nin çıkarları kayıtsız şartsız önceliktir. Bu arada, Mavi Vatan doktrini bildirgede açıkça yer almakta ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) varlığı Zafer Partisi tarafından kayıtsız şartsız savunulmaktadır.
Özdağ’ın Türk politik hayatında açtığı yol, bugünün siyasal düzeni nazara alındığında kendi ifadesi ile “sarı muhalefet” değil, üçüncü bir yoldur. Özünde Türk Milliyetçiliği ideolojisi ile Cumhuriyetin kuruluş felsefesine bağlı, Mustafa Kemal’in uzak görüşlülüğünü yapısal dizgide yorumlayan Özdağ ve partisi, Türk toplumunun karşısında yeni bir yol olarak durmaktadır. Ümit Özdağ’ın liderliğinde Zafer Partisi dinamik, programı olan bir parti hüviyeti ile şüphesiz yeni bir soluk getirmiştir ve bu partinin hiç yabana atılmayacak kitlesel gücü temsil potansiyeli giderek yükselmektedir.