Amerika’daki on üç koloni bağımsızlıklarını kazandıklarında, hemen siyasi entegrasyona giderek, ortak bir devlet kurmadılar, federasyon oluşturmadılar. Dikkat edilirse bağımsızlık anlaşması 1783 yılında yapıldı ama ilk başkan olan Washington 1789 senesinde seçildi. Başlangıçta on üç koloninin her biri bağımsız devlet olarak hareket etti. Her biri kendi parasını çıkardı, ordu kurdu, vergi saldı.
Yerel parlamentolar, kanunlar çıkardı. Fakat kısa sürede hem ekonomik çöküş yaşadılar hem de birbirleriyle savaşacak duruma geldiler. Kolonilerin ekonomisi İngiliz sömürge imparatorluğuna entegreydi. İngiltere, bağımsızlık savaşı başlayınca hammadde alımını durdurduğu koloniler, ekonomileri hammadde satışı üzerine kurulduğundan, ekonomik olarak çökmüştü. Tüketim malları İngiltere’den ithal edildiğinden, kıtlık yaşanıyordu.
Her koloni, diğer kolonilerden gelen mallardan vergi aldığından, üretim tesisi kurmak, ekonomik olmuyordu. Eyaletler o kadar kalabalık değildi. Ekonomik çöküşle birlikte, batıya doğru genişleme politikasıda birleşik devlet kurmayı gerektiriyordu. Krallık engeli kalkınca, koloniler batıya yönelmişti. Aynı anda çok sayıda koloni aynı topraklarda hak iddia edince, çatışmalar başladı. Koloniler çöken ekonomiyi toparlayabilmek ve batıya yönelişi düzenleyebilmek için merkezi otoriteye ihtiyaç duydular. Bu noktada çok önemli bir avantajları vardı. Koloniler, bağımsızlık savaşını tek elden yürütmek maksadıyla, müştereken kıtasal meclis oluşturmuşlardı.
Zafer kazanılınca, işi biten meclis dağılmıştı. Virginia kolonisi, meclisi toplantıya çağırarak, toplantıya Virginia’yı temsilen delege olarak Washington’u göndereceğini açıkladı. Washington, muzaffer başkomutan olduğundan çok itibarlıydı. Toplanan delegeler iki yıl boyunca tartıştılar, fikir alışverişinde bulundular. Nihayetinde önce haklar bildirgesini yayınladılar, sonra ABD’nin kuruluşunu ilan ederek, ilk başkanı olarak Washington’u seçtiler. Amerikalılar, federal devletin şart olduğunu anlamışlardı fakat kral gibi buyurgan bir otorite istemiyorlardı. Bu nedenle başkanın ve federal devletin yetkilerini çok kısıtladılar. Yönetimde eyaletlerin etkili olabileceği bir sistem kurdular. Savunma, dış politika ve batıya doğru genişleme başkanın ve federal devletin yetkisinde olacaktı. Koloniler diğer alanlarda bağımsız hareket edecekti.
Koloniler, birbirinden çok farklıydı. Katoliklerin yahut Püritenlerin çoğunlukta olduğu koloniler vardı. New York’ta Hollandalılar çoğunluktu, Almanların yoğun olduğu eyaletler güneydeydi. Halkın çoğunluğu İngilizce bilmiyordu. Kuzey eyaletleri köleliğe karşıydı, bazısında kölelik yasaktı. Güneydeyse ekonomi kölelik üzerine kuruluydu. Nüfusun çoğunluğu köleydi. Kölelikten vazgeçmeleri mümkün değildi.
Kuzey, ticaret ve küçük hacimli üretimle uğraşırken güney tarım toplumuydu. Kuzeyde kalabalık şehirler varken, güneyde büyük çiftlikler vardı, şehirler çok küçüktü. Tüm farklılıklara rağmen, müşterek bir devlet kurarak, ayakta tutmayı ve kalkınmayı başardılar. Katolik baskısından kaçan Protestanlarla, Protestan baskısından kaçan Katolikler, adaları İngilizler tarafından işgal edildiği için ABD’ye gelen İrlandalılarla, İngilizler beraber devlet kurdu.
Latinlerin başaramadığını Anglosaksonlar nasıl başardı? Güney Amerika’daki halklar İspanya’ya bağlıydı. Ağır bir merkeziyetçilikle yönetiliyorlardı. Kolonilerse, şirketler tarafından atanmış valilerle, koloni halkı tarafından seçilmiş parlamento tarafından yönetiliyordu. Latin coğrafyası çok genişti, bağımsızlık savaşı veren ordular birbirinden kopuktu. Zafer kazanılınca her ordu komutanı, kendi devletini kurdu. Kolonilerin kurulduğu coğrafya daha küçüktü, savaşı tek ordu yürütüyordu.
Ordunun komutanı, koloni temsilcilerinden oluşan kıtasal meclise bağlıydı. Latinler, diktatörlükle idare edildiklerinden ve parlamento tecrübeleri olmadığından, İspanya’yla Portekiz’e benzer rejimler kurdular. Bu rejimlerde kararları tek adam veya dar gruplar veriyordu. Dolayısıyla kararlar, kişisel veya grup çıkarlarına dayanıyordu. Oysa kolonilerde, İngiltere’den tevarüs ettikleri parlamento geleneği vardı. Tartışma ve hür fikir esastı. Kararlar geniş katılımla alındığından kişisel ya da grup çıkarlarından ziyade, ulusal çıkarlara dayanıyordu. Beş, altı yıllık bağımsızlık periyodunda, koloni temsilcileri küçük koloniler olarak kaldıklarında rekabetçi olamayacaklarını gördüler. Tek ve ortak pazara geçmek, tüm kolonilerin lehine olacaktı.
Dolayısıyla Anglosaksonlar başardı, Latinler başaramadı. Anglosaksonlar kalkındı, lider millet hâline geldi. Amerikalılar, Britanya kanunlarını örnek alarak, gerektiğinde o kanunları yerelleştirerek, hukuk sistemlerini kurdular. Hür fikir, hür teşebbüs ve icatlar desteklenerek korundu. ABD’yle İngiltere 1812-1815 yılları arasında son kez savaştılar. Savaşın akabinde, ABD-İngiltere (Kanada, İngiltere’ye bağlıydı.) sınırı kesinleştirildi. Böylelikle iki memleket arasında savaşa sebebiyet verecek ihtilaf kalmadı. Savaştan sonra yakınlaşma süreci başladı. ABD’yle İngiliz ekonomileri birbirlerine yeniden entegre oldu.
ABD, 19. yüzyıl boyunca göçmen almaya devam etti. Kızılderili arazilerini ele geçirdi, Kuzey Amerika’daki Fransız topraklarını parayla, İspanyol topraklarını savaşarak aldı. Sürekli genişlediği, ele geçirdiği geniş araziler, genelde önceden tarım yapılmadığından bereketli olduğu ve topraklarından sürekli maden ve sonraki dönemlerde petrol çıktığından dolayı, cazibe merkezi olmayı sürdürdü. 19. Yüzyıla kadar göçmenler Britanya adası ağırlıklıyken, bu yüzyıldan itibaren göç Avrupa ana kıtası ağırlıklı hâle dönüştü. Teknoloji devrimi İngiltere’de başladığından ekonomik olarak İngiltere, Kıta Avrupası’ndan daha iyi durumdaydı, işsizlik azdı. Amerika, milyonlarca Alman’ı, İtalyan’ı, Leh’i, İskandinav’ı, Slav’ı bünyesine aldı. ABD, ülkelerindeki zulüm düzeninden kaçan insanlara yeni ümitler, yeni hayatlar ve zengin olma fırsatı sunuyordu.
Avrupa’da hiç şansı olmayanların, Amerika’da her türlü fırsat ve imkânı vardı. Dolayısıyla göçmenlerin Amerika’yı vatan olarak benimsemesi kolay oldu. Farklı etnik gruplara, mezheplere, kültürlere mensup olan insanlar, kısa sürede Amerikan kültürüne entegre oldular. ABD’nin Asya’da, Afrika’da sömürge edinmeye niyeti yoktu. Dolayısıyla, İngiltere’nin bulabileceği en iyi ortaktı. İngiltere’nin de Amerika’da sömürgesi yoktu. ABD, İngiltere’ye Avrupa savaşlarında destek verdi. İngiltere de ABD’yi Amerika’da girdiği savaşlarda destekledi. Amerika’nın İspanya’yla yaptığı savaşlar İngiltere’nin işine geliyor, Avrupa’da rakibi olan İspanya’yı zayıflatıyordu. Amerika ve İngiltere, Latin halklarının bağımsızlık savaşlarını desteklediler. Latin ülkeleri bağımsız olduklarında, onların hem pazarı hem de hammadde kaynağı olacaklardı. İki halkın iki cihan harbinde de aynı tarafta omuz omuza çarpışması, Anglosakson ruhunu pekiştirdi.