Teröre maruz kalan bir ülke ile, teröre maruz kalmayan bir ülkenin terör algısı bir olmaz.

Sadece terör algısı değil, hukukları, yasaları, yargıları da bir olmaz. Tehdidin büyük olduğu yerde, tedbirin de ona göre alınması gerekir. Ancak bu tedbirin -uluslararası hukuku, insan haklarını - da dikkate alması şarttır.

Günümüzde çevre ve insan hakları gibi konular artık ulusal sınırlar içinde düşünülmeyen, ulus- üstü ele alınan konulardır.

Bir yerde insan haklarına tecavüz veya çevre ile ilgili ciddi bir sorun varsa, uluslararası camia onu kendi ilgi alanında görerek müdahil olabiliyor.

10 ülke büyükelçisinin açıklamalarına da bu zaviyeden bakmak lazım. Açıklamanın temel motivasyonunun, insan hakları ve adalet hassasiyeti olduğu düşünebilir. Fakat bu açıklamanın - teröre maruz kalan ülke- hassasiyetini ihmal ettiğini de unutmamak lazım.

Bir soruna parmak basılırken olaya tek taraflı bakmak bizi doğru bir yere götürmez. On binlerce insanını teröre kurban veren bir ülkenin, olaylara toplumsal barışını sağlamış bir ülke gibi bakması düşünülemez. Biz farklı bir gerçeklik yaşıyoruz, Batı, farklı bir gerçeklik yaşıyor. Bu farklılık olaylara bakış tarzımızı da etkiliyor. Bu işin birinci cephesidir.

İkinci cephesi, milli egemenlikle ilgilidir. Yargılama yetkisi bağımsız devlet olmanın en önemli karinelerinden biridir. Yargıya yapılan her dış müdahale Türkiye'nin egemenliğine yapılmış bir müdahaledir. Bu tip dayatmacı, yargıyı etkileyici beyanlarda bulunmanın egemenliğe müdahale olarak yorumlanacağı ve buna tepki gösterileceği muhakkaktır. Bu yönüyle büyükelçilerin açıklamalarını ben de doğru bulmuyorum.

Ancak şu gerçeği de unutmamak gerekir. Bu tip müdahalelerle karşılaşmak istemeyen bir ülkenin yargısını her türlü iç ve dış etkiden bağımsızlaştırması gerekir. Bağımlı,siyasetin emrine girmiş bir yargının verdiği kararlar doğru da olsa şüpheyle karşılanır. Bu hassasiyeti göstermek öncelikle ülkeyi yönetenlere düşer. Yargıyı, ezici, iktidarın sopası haline getirici söz ve eylemler adaleti yargıdan değil, siyasetten bekleme sonucunu doğurur. Siyasi tavassut adalete ulaşmanın bir aracı haline gelir. Geçmişte bu hatalar yapıldı.

Rahip Brunson nasıl bırakıldı?

Trump bir açıklama yaptı, rahip bırakıldı. Sadece o mu? Gazeteci Deniz Yücel de araya Merkel'in girmesi ile serbest kalmıştı.

Yargı adına siyasetin karar verdiği ülkelerde gözler mahkemelere değil, siyasi iktidara çevrilir, talepler ona yöneltilir. Batı dünyasına, mahkemeleri yöneten biziz imajı veren bugünkü hükümet ve sayın Erdoğan'dır. Bu algı yaratıldıktan sonra bu tip taleplerin kim veya kimlere yöneleceği bellidir. Trump'a rahip Brunson'u, Merkel'e Deniz Yücel'i verirseniz başkaları da Kavala ve Demirtaş'ı ister.

Meselenin bir boyutu da AİHM boyutudur. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine imza koyan, AİHM'in yargılama yetkisini kabul eden bir ülke. Atılan her imza bu milletin namusudur. Hoşunuza gitsin- gitmesin bu kararları uygulamak zorundasınız. Eğer AİHS'den çekilmek, Türkiye'yi dünyadan tecrit edilmiş, ucube bir sistemle yönetmek gibi bir hedefiniz yoksa imzanızın arkasında duracak, ilgili kişileri serbest bırakıp, yargılamalarını tutuksuz olarak sürdüreceksiniz. Yargılama sonunda bu kişiler suçlu bulunursa cezalarını o zaman infaz edeceksiniz.

Tutukluyu serbest bırakmak onun aklanması anlamına gelmiyor. Sadece yargılamanın sanık dışarıdayken sürmesi anlamına geliyor. Mesele bu kadar köpürtülmese bu iş sesiz sedasız çözülür, ülke yara almadan atlatılabilirdi. Ama iş öyle bir noktaya getirildi ki bu saatten sonra Kavala ile Demirtaş'ın tutukluluklarını sürdürmek, Saray için izzet-i nefis meselesi haline geldi. Sistem, her şeyi -kişiselleştirmeye- müsait bir yapı üzerine kurduğu için her sorun aynı zamanda CB'nin şahsi meselesi haline gelmektedir.

Gelinen noktada yargı, bu kişileri serbest bırakmak istese bile bırakamaz. Çünkü iş adaletin sorunu, suçlu veya masum olma konusu olmaktan çıkıp, siyasetin meselesi haline geldi. Meseleye siyaset karıştırmak, adaleti ikinci plana itti. Artık Kavala ile Demirtaş'ın yargılanması yargının konusu olmaktan çok iktidara kazandıracağı oyların konusudur. Böyle olunca da kimse bu işte hukuk veya adalet aramak yoluna gitmiyor.Siyaseti muhatap alarak netice almaya çalışıyor.

Bu bakımdan Büyükelçilerin- istenmeyen kişi- ilan edilmeleri aslında tamamen iç politikaya dönük bir hamle. Ekonomi bozuk, insanlar mutsuz, kriz gittikçe derinleşiyor, Erdoğan'ın çok acil gündemi değiştirecek, milli refleksleri harekete geçirecek bir kavgaya ihtiyacı var. Her kritik süreçte bu denendi, başarılı da olundu. Genel seçimlerde ülkelerinde seçim propagandası yapılmasına izin vermeyen Almanya ve Hollanda ile yapılan kayıkçı kavgasını hatırlayın. Bütün dünya Erdoğan'a karşı propagandası ile aidiyetleri gevşemiş seçmenlerin tecdid-i iman etmeleri sağlandı. Şimdi aynı oyun tekrarlanıyor.

Son olarak Demirtaş ve Kavala ile ilgili de bir şeyler söylemek istiyorum. Kavala, HDP'ye yakın bir isim. İmralı tutanaklarında, Apo'ya selam gönderen, ondan selam alan ayrıcalıklı kişilerden. Böyle olmasına rağmen dosyasına vakıf olanlar içinin boş olduğunu söylüyorlar. Öyleyse bu kişinin serbest bırakılması hukukun ve vicdanın gereğidir.

Demirtaş'a gelince, uzun mülahazalara gerek yok. Bir -iki hatırlatma kafi. Hendek teröründe bu Demirtaş, hendek teröristlerine " alınlarından öpüyorum" demişti. Çözüm süreci bozulup AKP A ve B planlarımız var, dediğinde, "A planınız Apo'ya yalvarmak, B planınız tekrar Apo'ya yalvarmak," demişti. "Apo'nun heykelini dikeceğiz," diyen de oydu. 2012 yılında Kazan vadisine PKK'ya ağır bir darbe vurulduğunda, örgüt ve taraftarlarının hayal kırıklıklarını bertaraf etmek için "400 KM PKK'nın denetiminde," demiş, bölgeye/Şemdinli'ye gönderdiği BDP milletvekillerinin -danışıklı olarak-yoluna kesen PKK, "yıkılmadık ayaktayız, darbe yediğimiz yalan, bakın yollara bile iniyoruz, hala buralardayız," gösterisi yapmıştı. Bu gösterinin BDP ile anlaşarak yapıldığını söylemeye gerek yok. Çünkü BDP'nin yolu kesilirse bu haber olur, bütün Türkiye'ye mesaj verilebilirdi. BDP bilerek bu mesaja aracılık etti. Amaç, örgütün yok olmadığını, darbe yemediğini, yollara inip, gösteri yapacak kadar rahat olduğunu göstermekti. Demirtaş'ın daha Kobani olaylarındaki rolünü hiç söylemiyorum. Büyükelçilerin Demirtaş'ın serbest bırakılmasına yönelik talep ve açıklamaları baştan sona kadar yanlış, daha açık bir ifadeyle " siyasi teröre" arka çıkmaktır. İktidarın hatası, bu eylemlere zamanında göz yumup, öküz ölüp ortaklık bitince harekete geçmesidir

Bütün bu gerçekler, sorunun aslında sistemden kaynaklandığını gösteriyor. Rahip Brunson'un Trump'ın, Gazeteci Deniz Yücel'in Merkel'in ricasıyla bırakılması, tutuklamalara siyasetin gölgesini düşürmüş, bu tip taleplere çanak tutmuştur. Yapay krizlerle tabanını konsolide eden Erdoğan'ın yeni bir kavgaya ihtiyacı olduğu için de bu mesele tırmandırılmaktadır. Bu senaryoda Demirtaş ile Kavala sadece konu mankenidir.Esas mesele, şu kafir Haçlı üzerinden cepheyi güçlendirmek, müridanın imanını pekiştirmektir.