Her ne kadar şimdiye dek yazdığımız açık mektupların muhatapları hiçbir şey olmamışçasına yaşaya gittiyse de ben inanıyorum ki sen ruhani âlemde bu mektubu okuyacaksın…

Size “sen” diye hitap etmemi ayıp saymazsın bilirim. Çünkü sen bizlere “evlatlarım” diye hitap ederdin.

Rahatsızlanarak Bayındır Hastanesine kaldırıldığını duyduğumuzda içimiz acımış, vefat ettiğin haberiyle ise yüreklerimiz yanmıştı, defin gününde milyonlar iliklerine kadar ıslanmıştı…

Senden sonra da şehitlerimiz oldu Başbuğum. Ama onlardan biri var ki, sadece gönüllerimizi yakmadı, kavurdu da gitti. O, çakır gözlüydü, Fırat nehri kadar cesurdu, yüce ruhlu bir ananın, Yunus duruşlu bir babanın tek evladı, Fırat Çakıroğlu’ydu...

Şimdi gelelim mektubun özüne. Gerçi ahirette kavuştuğun şehitlerimiz sana anlatmıştır ama ben yine de yazayım dedim. Sen gittikten sonra neler oldu neler! Dedim ve durdum. Yazdım ama ötesini yayınlamaktan vazgeçtim. Zaten karman çorman olan duygu med-cezirinde maksadını aşan yorumlara ve niyet okumalara yol vermek istemedim. Belki ileride…

Maksadım belli. Rabbim şahittir, her ayrılış ruhumu bedenimden ayırdı, her kendine efelenmek içimi dağladı, her birbirine yumruk sıkış canımı acıttı. Bu bazılarının umurunda bile değil bilirim, lakin amatör ruhum halen ortaokul sıralarında. O nedenle “er mektubu görülmüştür” misali kendi yazdığıma kendimce koyduğum sansürden ötürü beni bağışla…

Bilirsin Başbuğum, evlatlarının en dem olduğu anlar mazileridir. Çünkü orada göreceli olarak daha az ikircilik, daha az riya, daha çok samimiyet vardır. Müsaadenle kendimi biraz geçmişe vurmak istiyorum. Olurda, bu mektubu sansürlü haliyle de olsa okuyanlardan birbirine haksızlık hukuksuzluk edenler nedamet getirirler…

12 Eylül İhtilali ile senin ve talebelerinin tutsaklığı sonrası karalamalar, yaralamalar oldu. İşte o günlerden birinde, 1982’nin Mart’ında yaşadığımız duygulardan kâğıda dökülen bazı bölümleri seninle paylaşmak istiyorum.

Malum besleme kalemler iftira kampanyasına girmişti, “Başbuğ’a” hitabıyla yazdığım “Büyük Çile” başlıklı beşlikte demiştim ki;

***

Gün bugündür verilen söz yerinde,

Kanayan yara var akar durur derinde,

Çilenin en büyüğü bu davanın pirinde,

Karaya kara deme onlar kara dediler,

Elbet çamur paklanır Allah’ın bir gününde…

***

Günübirlik işkenceler başlamıştı -ki yaşayan bilir işkencenin, intikam almak, birilerini konuşturmak için ailesine musallat olmanın ne olduğunu- işte o empatiyle “Taşmedresedekilere” hitaben yazdığım “Er Sözü” başlıklı beşlikte ise demiştim ki,

***

Hürriyete susamış kuş misali, çırpınmayasın,

Konuşmaya susamış bülbül misali, ötmeyesin,

Vatanı satılmış yiğit misali, coşmayasın,

Yerli yerinde gerek, er sözü ere gerek,

Lakin keserler vakitsiz öten horozu...

***

Sana ömrümde sadece bir kez gönül koydum. Diyarbakır’da lise öğrencisiydik ve biraz dardaydık. İki arkadaşımızı Ankara'ya göndermiş, çıkış yolu istemiştik. Verdiğiniz karara gönüllenmiş ancak talimata da uymuştuk. Sonrasında bizi Diyarbakır’dan yük kamyonunun kasasında Elazığ’a yollasalar da ömrümüzce hep sen haklıydın dedik.

1997 yılının Nisan’ında yağan beyaz bereket altında defninin üzerinden 21 yıl geçti ve bu sürede köprünün altından çok sular aktı. Yarıda kestiğim mektupta bir kısmını anlatmıştım sana ancak dedim ya yüreğim el vermedi. Kolay değil ki, birbiri uğruna can feda edenlerin ayrı gardaş yad komşu olabildiklerini anlatmak…

Biz senden razıydık Allah (c.c) da razı olsun. Sen bizim öğretmenimizdin, düşün yapımızın mimarı, hayat felsefemizin idolü, atimizin kılavuzuydun. Türk dünyasına ve İslam ümmetine nesiller yetiştiren dünya lideriydin.

Seni minnet, hürmet ve rahmetle anıyorum. Mekânın cennet olsun…